Gilindire Mağarası

 

Mersin’in Aydıncık ilçesine yolunuz düşerse, mutlaka görmeniz gereken bir doğa harikası var: Gilindire Mağarası, ya da diğer adıyla Aynalıgöl. Akdeniz’in kıyısında, denize bakan bir yamaçta yer alan bu mağara, sanki zamanın durduğu gizli bir dünya gibi. Gittiğim turda bu güzergah sürpriz oldu, programda yoktu ama rehberimiz biraz  zamanımız kalınca bizi bu mağarayı görmeye götürdü. İyi ki...

Gilindire mağarasının giriş ağzı denizden 45 metre yukarıda, yani ulaşmak için biraz merdiven inip çıkmak gerekiyor ama inanın, içeri girdiğinizde o yorgunluk bir anda unutuluyor. Sarkıtlar, dikitler, dev sütunlar, duvarlardan sarkan taş iğneler… Her biri adeta birer sanat eseri. Işık vurdukça parlıyorlar, tıpkı camdan yapılmış gibi.

Mağaranın en etkileyici kısmı ise sonundaki büyük göl. Su o kadar berrak ki, yansımadan dolayı “Aynalıgöl” denmiş zaten. Gölün sessizliği, damlayan su sesleriyle birleşince bambaşka bir atmosfer oluşuyor. 

Bilim insanları bu mağaranın çok eski dönemlerde, hatta Buzul Çağı öncesinde oluştuğunu söylüyor. Yani burası sadece bir doğa harikası değil, aynı zamanda geçmişin iklimine dair izler taşıyan doğal bir arşiv gibi.

Gilindire Mağarası 2013 yılında Tabiat Anıtı ilan edilmiş. Günümüzde hem doğa meraklılarını hem de fotoğraf tutkunlarını kendine çekiyor. Benim içinse, Akdeniz’in sıcak rüzgârı eşliğinde biraz serinlik, biraz da huzur demek oldu. 




Eğer yolunuz Mersin tarafına düşerse, biraz merdiven inmeyi göze alın derim. Çünkü sizi bekleyen şey, taşların sessizliğinde saklı büyüleyici bir dünya. 🌊✨

Gitmeden Önce Bilmeniz Gerekenler

  • Mağaraya giriş için belirli saatler var; sabah erken gitmek; hem serin hem sakin olur.

  • Girişe kadar yaklaşık 560 basamak bulunuyor, rahat ayakkabı şart!

  • İçerisi serin ama nemli, oldukça fazla  nemli. 

  • Fotoğraf çekmek serbest, ancak flaş kullanımı yasak.

  • En yakın yerleşim yeri Aydıncık merkez, ihtiyaçlarınızı orada karşılayabilirsiniz.

 

Savarona

Saygı ve minnetle anıyoruz. Her daim yüreklerimizde yaşıyor.


Deniz kenarında yürüyüş yapıyorduk. Bir baktık uzaklarda ,maviliklerde  kuğu gibi süzülen bir tekne var. Evet  ,benzetmemiştik ,o Savarona'ydı . Atatürk'ün ünlü yatı Savarona. 
Sağlığı kötüleşmeye başlayınca denizin ona iyi geleceği düşünülmüş .Eskiyen yatı Ertuğrul'un yerine Savarona yatının alınmasına Hükümet karar vermiş. Atatürk  vefatından önceki 54 gününü yatta geçirmiş son kabine toplantılarını bu yatta yapmış. Sağlığı iyice bozulup, durumu ağırlaşınca Dolmabahçe Sarayına alınmış. Atatürk'ün cenazesini , Dolmabahçe'den İzmit'e uğurlayan filoda Savarona'da yer almış.

Daha sonra Cumhurbaşkanlığı yatı olarak bir müddet korunmuş . 1950'de Demokrat Parti döneminde özel kişilere kiralanmaya başlayıp bazı olaylar olunca tekrar Deniz Kuvvetlerine verilmiş. Üçüncü Cumhurbaşkanı Celal Bayar'da Savarona'yı Cumhurbaşkanlığı yatı olarak kullanmış. 
Yıllar içinde pek çok kez el değiştirmiş ,satılması hatta hurdaya çıkarılması  bile konu olmuş. Fakat her defasında Cumhuriyet'in simgesi olarak ayakta kalmayı başarmış.
En son tekrar Cumhurbaşkanlığı yatı olarak kullanıldıktan sonra, 2019 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından Deniz Kuvvetleri Komutanlığına devredimiş.2023 yılında yapılan onarım çalışmaları sonucunda geminin tekrar deniz Harp Okulları öğrencilerinin açık deniz seyir eğitimlerinde kullanılacağı açıklanmış. .En son 30 Ağustos MaviVatanFest kapsamında, İstanbul Boğazından geçen filoda görkemli haliyle yer aldı.   
Mustafa Kemal Atatürk'ün manevi mirası Savarona yatında ,halen  eşyalarının bir kısmı sergilenmektedir. 
Ata'mızın son günlerine tanıklık eden, yıllar içinde pek çok kez unutulan, tekrar hatırlanan Savarona; galiba kalplerimize demirlediği için her seferinde korumayı başardığımız Savarona'yı uzaktan görmek bile bir an için tarihle göz göze gelmek gibi heyecan ve duygu yarattı.
  


Not: Bu 1000.yayınım .Böyle özel bir tarihe denk geldi. 

Bir Tabak Hatıra

Geçen hafta oğlumun işyerinde, kendi evlerinde hazırladıkları yemeklerle yapacakları bir öğle yemeği düzenlemişler.  İşte herkes ne yaparsa onu getirecek, birlikte yiyeceklermiş. Tabi iş bana düştü. Aslında kendisi de gayet güzel şeyler pişirebilir ama sanırım gözü korktu bizim oğlanın, yemek  kalabalık bir grup için olunca. Genelde herkes bol miktarda hamur işi , pasta ,börek yapacakmış. Biz de mercimekli köfte yaparak olaya salata türü ile dahil olalım dedik. Mercimekli köfteyi güzel yaparım, söylemesi ayıp!:) Genelde sevdiğim şeyleri güzel yaparım . 

 Neyse efendim yaptım, götürdü oğlum, güzelce yemişler yemeklerini. Sonrasında tabağı unuttu bizimki işyerinde. İstedim getir tabağımı ,diye. Sevmem tabağım gittiği yerde kalsın:) Bir kaç güne tabak geldi.Güzelce yıkanmış tertemiz. Kaldırıcam yerine, baktım bir şeyler tıkırdıyor içinde. Kapağını açıp içine baktım,  üç tane, renkli parlak kağıda sarılı çikolata. 
Tabağı boş göndermemek adına konulmuş; tatlılık.

Bizim adetlerimizdendir; bir komşun sana yiyecek bir şey getirmişse tabağını geri verirken içine sende bir şeyler koyarak iade edersin. Artık evinde ne pişmişse ya da dolabında ne varsa. Ama tabak boş verilmez. Güzel bir adetimizdir. 

Bir zamanlar evler küçük sokaklarda, kapılar camlar birbirine yakın, güzel dostluklar,komşulukların
olduğu sokaklar vardı. Apartman olan yerlerde bile çoğu daire sakini birbirini tanır, komşuluk ederdi. Özel bir yemek mi pişti? ufak bir kaba konularak, evde pişer komşuya da düşerdi tadımlık. Hele ki hamile bir komşunuz varsa ,her tür kokulu yemek, canı çeker, aşerer ,diye düşünülerek mutlaka paylaşılırdı. 
Özel günlerde aşureler , pişiler, helvalar komşular arasında dağıtılırdı. Tepsilere konulur, kapı kapı dolaşılırdı. Kimi kabı hemen boşaltıp iade eder, vermezse daha sonraki gün yine evde pişen her hangi bir yiyecekle komşunun kapısı çalınırdı.
Şimdilerde bu adet kalmadı. Artık bırakın yiyecek ikramını helva, aşure gibi yiyecekler bile plastik ya da alüminyum kullan-at tabaklarda veriliyor. O da verilirse, pişirilirse. 
Büyük şehirlerde bu adetler yok olmaya yüz tuttu.
Oysa ne güzel geleneklerimiz, mutfak adetlerimiz var/dı.

İşte böyle küçük çikolatalarla bile bunları devam ettirenlere, usul bilenlere gönülden sevgiler olsun.
Bu sabah benim yüzüme bir gülücük kondurdu .Hatta yetmedi,  bu yazıya da vesile oldu. 


Kanlıdivane Obruğu

 


Kızıl Taşların Sessizliği

Mersin’in Erdemli ilçesinde, antik Kanytellis kentinin kalbinde yer alan Kanlıdivane Obruğu, ilk bakışta insanı büyüleyen bir doğa harikası. Dik yamaçlarla çevrili, 95 metre derinliğinde dev bir çukur. Aslında bu devasa boşluk, yer altındaki kireçtaşı mağarasının tavanının çökmesiyle oluşmuş. Zamanla doğanın sabırsız gücü ve yerin altındaki sessiz hareketler birleşince ortaya bugünkü görkemli obruk çıkmış.

Obruğun güney ve batı duvarları çökme ve erimelerle mağaramsı bir yapı kazanmış. Batıdaki doğal teraslı yapının üzerine ise zaman içinde kayaya oyulmuş basamaklar yapılmış. O basamaklardan aşağı bakarken, binlerce yıl önce burada neler yaşandığını düşünmeden edemiyor insan.





Obruğun çevresinde antik Kanytellis’in izleri hâlâ canlı. Hellenistik Dönem’e ait gözetleme kulesi, kiliseler, sarnıçlar ve hatta bir zeytinyağı atölyesi… Her biri ayrı bir hikâye anlatıyor. En dikkat çekici kalıntılardan biri de Rahip Aba’nın Mezarı. Tüm bu yapılar, sanki o dev çukurun sessizliğine tanıklık eden taş hafızalar gibi çevresinde dizilmiş.

Kanlıdivane’nin isminin nereden geldiğine dair farklı söylentiler var. Kimi “kanlı kurban törenlerinden” söz eder, kimi “kızıl taşların gün batımında aldığı renkten”. Hangisi doğru bilinmez ama güneş batarken o kızıllığın obruğun taşlarında nasıl yankılandığını görünce, adının hakkını verdiğini düşünüyorsun.

Burası sadece bir antik kent değil, doğanın ve tarihin iç içe geçtiği sessiz bir hatıra mekânı. Her taşında hem doğanın gücünü hem insanın izini hissediyorsun.

Obruğun kenarında durup aşağı baktığımda rüzgarın sesiyle taşların hikâyesi birbirine karıştı. Kanlıdivane gerçekten de hem ürkütücü hem büyüleyici bir yer.