Gilindire Mağarası

 

Mersin’in Aydıncık ilçesine yolunuz düşerse, mutlaka görmeniz gereken bir doğa harikası var: Gilindire Mağarası, ya da diğer adıyla Aynalıgöl. Akdeniz’in kıyısında, denize bakan bir yamaçta yer alan bu mağara, sanki zamanın durduğu gizli bir dünya gibi. Gittiğim turda bu güzergah sürpriz oldu, programda yoktu ama rehberimiz biraz  zamanımız kalınca bizi bu mağarayı görmeye götürdü. İyi ki...

Gilindire mağarasının giriş ağzı denizden 45 metre yukarıda, yani ulaşmak için biraz merdiven inip çıkmak gerekiyor ama inanın, içeri girdiğinizde o yorgunluk bir anda unutuluyor. Sarkıtlar, dikitler, dev sütunlar, duvarlardan sarkan taş iğneler… Her biri adeta birer sanat eseri. Işık vurdukça parlıyorlar, tıpkı camdan yapılmış gibi.

Mağaranın en etkileyici kısmı ise sonundaki büyük göl. Su o kadar berrak ki, yansımadan dolayı “Aynalıgöl” denmiş zaten. Gölün sessizliği, damlayan su sesleriyle birleşince bambaşka bir atmosfer oluşuyor. 

Bilim insanları bu mağaranın çok eski dönemlerde, hatta Buzul Çağı öncesinde oluştuğunu söylüyor. Yani burası sadece bir doğa harikası değil, aynı zamanda geçmişin iklimine dair izler taşıyan doğal bir arşiv gibi.

Gilindire Mağarası 2013 yılında Tabiat Anıtı ilan edilmiş. Günümüzde hem doğa meraklılarını hem de fotoğraf tutkunlarını kendine çekiyor. Benim içinse, Akdeniz’in sıcak rüzgârı eşliğinde biraz serinlik, biraz da huzur demek oldu. 




Eğer yolunuz Mersin tarafına düşerse, biraz merdiven inmeyi göze alın derim. Çünkü sizi bekleyen şey, taşların sessizliğinde saklı büyüleyici bir dünya. 🌊✨

Gitmeden Önce Bilmeniz Gerekenler

  • Mağaraya giriş için belirli saatler var; sabah erken gitmek; hem serin hem sakin olur.

  • Girişe kadar yaklaşık 560 basamak bulunuyor, rahat ayakkabı şart!

  • İçerisi serin ama nemli, oldukça fazla  nemli. 

  • Fotoğraf çekmek serbest, ancak flaş kullanımı yasak.

  • En yakın yerleşim yeri Aydıncık merkez, ihtiyaçlarınızı orada karşılayabilirsiniz.

 

Savarona

Saygı ve minnetle anıyoruz. Her daim yüreklerimizde yaşıyor.


Deniz kenarında yürüyüş yapıyorduk. Bir baktık uzaklarda ,maviliklerde  kuğu gibi süzülen bir tekne var. Evet  ,benzetmemiştik ,o Savarona'ydı . Atatürk'ün ünlü yatı Savarona. 
Sağlığı kötüleşmeye başlayınca denizin ona iyi geleceği düşünülmüş .Eskiyen yatı Ertuğrul'un yerine Savarona yatının alınmasına Hükümet karar vermiş. Atatürk  vefatından önceki 54 gününü yatta geçirmiş son kabine toplantılarını bu yatta yapmış. Sağlığı iyice bozulup, durumu ağırlaşınca Dolmabahçe Sarayına alınmış. Atatürk'ün cenazesini , Dolmabahçe'den İzmit'e uğurlayan filoda Savarona'da yer almış.

Daha sonra Cumhurbaşkanlığı yatı olarak bir müddet korunmuş . 1950'de Demokrat Parti döneminde özel kişilere kiralanmaya başlayıp bazı olaylar olunca tekrar Deniz Kuvvetlerine verilmiş. Üçüncü Cumhurbaşkanı Celal Bayar'da Savarona'yı Cumhurbaşkanlığı yatı olarak kullanmış. 
Yıllar içinde pek çok kez el değiştirmiş ,satılması hatta hurdaya çıkarılması  bile konu olmuş. Fakat her defasında Cumhuriyet'in simgesi olarak ayakta kalmayı başarmış.
En son tekrar Cumhurbaşkanlığı yatı olarak kullanıldıktan sonra, 2019 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından Deniz Kuvvetleri Komutanlığına devredimiş.2023 yılında yapılan onarım çalışmaları sonucunda geminin tekrar deniz Harp Okulları öğrencilerinin açık deniz seyir eğitimlerinde kullanılacağı açıklanmış. .En son 30 Ağustos MaviVatanFest kapsamında, İstanbul Boğazından geçen filoda görkemli haliyle yer aldı.   
Mustafa Kemal Atatürk'ün manevi mirası Savarona yatında ,halen  eşyalarının bir kısmı sergilenmektedir. 
Ata'mızın son günlerine tanıklık eden, yıllar içinde pek çok kez unutulan, tekrar hatırlanan Savarona; galiba kalplerimize demirlediği için her seferinde korumayı başardığımız Savarona'yı uzaktan görmek bile bir an için tarihle göz göze gelmek gibi heyecan ve duygu yarattı.
  


Not: Bu 1000.yayınım .Böyle özel bir tarihe denk geldi. 

Bir Tabak Hatıra

Geçen hafta oğlumun işyerinde, kendi evlerinde hazırladıkları yemeklerle yapacakları bir öğle yemeği düzenlemişler.  İşte herkes ne yaparsa onu getirecek, birlikte yiyeceklermiş. Tabi iş bana düştü. Aslında kendisi de gayet güzel şeyler pişirebilir ama sanırım gözü korktu bizim oğlanın, yemek  kalabalık bir grup için olunca. Genelde herkes bol miktarda hamur işi , pasta ,börek yapacakmış. Biz de mercimekli köfte yaparak olaya salata türü ile dahil olalım dedik. Mercimekli köfteyi güzel yaparım, söylemesi ayıp!:) Genelde sevdiğim şeyleri güzel yaparım . 

 Neyse efendim yaptım, götürdü oğlum, güzelce yemişler yemeklerini. Sonrasında tabağı unuttu bizimki işyerinde. İstedim getir tabağımı ,diye. Sevmem tabağım gittiği yerde kalsın:) Bir kaç güne tabak geldi.Güzelce yıkanmış tertemiz. Kaldırıcam yerine, baktım bir şeyler tıkırdıyor içinde. Kapağını açıp içine baktım,  üç tane, renkli parlak kağıda sarılı çikolata. 
Tabağı boş göndermemek adına konulmuş; tatlılık.

Bizim adetlerimizdendir; bir komşun sana yiyecek bir şey getirmişse tabağını geri verirken içine sende bir şeyler koyarak iade edersin. Artık evinde ne pişmişse ya da dolabında ne varsa. Ama tabak boş verilmez. Güzel bir adetimizdir. 

Bir zamanlar evler küçük sokaklarda, kapılar camlar birbirine yakın, güzel dostluklar,komşulukların
olduğu sokaklar vardı. Apartman olan yerlerde bile çoğu daire sakini birbirini tanır, komşuluk ederdi. Özel bir yemek mi pişti? ufak bir kaba konularak, evde pişer komşuya da düşerdi tadımlık. Hele ki hamile bir komşunuz varsa ,her tür kokulu yemek, canı çeker, aşerer ,diye düşünülerek mutlaka paylaşılırdı. 
Özel günlerde aşureler , pişiler, helvalar komşular arasında dağıtılırdı. Tepsilere konulur, kapı kapı dolaşılırdı. Kimi kabı hemen boşaltıp iade eder, vermezse daha sonraki gün yine evde pişen her hangi bir yiyecekle komşunun kapısı çalınırdı.
Şimdilerde bu adet kalmadı. Artık bırakın yiyecek ikramını helva, aşure gibi yiyecekler bile plastik ya da alüminyum kullan-at tabaklarda veriliyor. O da verilirse, pişirilirse. 
Büyük şehirlerde bu adetler yok olmaya yüz tuttu.
Oysa ne güzel geleneklerimiz, mutfak adetlerimiz var/dı.

İşte böyle küçük çikolatalarla bile bunları devam ettirenlere, usul bilenlere gönülden sevgiler olsun.
Bu sabah benim yüzüme bir gülücük kondurdu .Hatta yetmedi,  bu yazıya da vesile oldu. 


Kanlıdivane Obruğu

 


Kızıl Taşların Sessizliği

Mersin’in Erdemli ilçesinde, antik Kanytellis kentinin kalbinde yer alan Kanlıdivane Obruğu, ilk bakışta insanı büyüleyen bir doğa harikası. Dik yamaçlarla çevrili, 95 metre derinliğinde dev bir çukur. Aslında bu devasa boşluk, yer altındaki kireçtaşı mağarasının tavanının çökmesiyle oluşmuş. Zamanla doğanın sabırsız gücü ve yerin altındaki sessiz hareketler birleşince ortaya bugünkü görkemli obruk çıkmış.

Obruğun güney ve batı duvarları çökme ve erimelerle mağaramsı bir yapı kazanmış. Batıdaki doğal teraslı yapının üzerine ise zaman içinde kayaya oyulmuş basamaklar yapılmış. O basamaklardan aşağı bakarken, binlerce yıl önce burada neler yaşandığını düşünmeden edemiyor insan.





Obruğun çevresinde antik Kanytellis’in izleri hâlâ canlı. Hellenistik Dönem’e ait gözetleme kulesi, kiliseler, sarnıçlar ve hatta bir zeytinyağı atölyesi… Her biri ayrı bir hikâye anlatıyor. En dikkat çekici kalıntılardan biri de Rahip Aba’nın Mezarı. Tüm bu yapılar, sanki o dev çukurun sessizliğine tanıklık eden taş hafızalar gibi çevresinde dizilmiş.

Kanlıdivane’nin isminin nereden geldiğine dair farklı söylentiler var. Kimi “kanlı kurban törenlerinden” söz eder, kimi “kızıl taşların gün batımında aldığı renkten”. Hangisi doğru bilinmez ama güneş batarken o kızıllığın obruğun taşlarında nasıl yankılandığını görünce, adının hakkını verdiğini düşünüyorsun.

Burası sadece bir antik kent değil, doğanın ve tarihin iç içe geçtiği sessiz bir hatıra mekânı. Her taşında hem doğanın gücünü hem insanın izini hissediyorsun.

Obruğun kenarında durup aşağı baktığımda rüzgarın sesiyle taşların hikâyesi birbirine karıştı. Kanlıdivane gerçekten de hem ürkütücü hem büyüleyici bir yer.

 


Kadınlar Matinesi..

(İnternetten alıntı)

 Çocukluk zamanımdan beri bir kaç kez içinde bulunduğum bir etkinlik ; Kadınlar Matinesı. 

Belki bizim memlekete has bir eğlence kültürü, yabancılarda da var mı bilemiyorum. Daha çok kapalı yani kadın ve erkek olarak iki cinsin bir arada eğlenmesinin ''münasip'' görülmediği toplumlara has olabilir. Belki dini belki geleneksel belki başka sebeplerle. Her neyse işte, yine de Kadınlar matinesi şahane bir eğlence olayıdır, her dönemde :)

Matine; gösteri dünyasında gündüz yapılan gösterilere verilen isim. Kadınlar Matinesi de genelde gündüz yapılan kadın kadına eğlenceler anlamında kullanılır. Çocukluğumda Gazino kültürü vardı İstanbul'da.  Genel olarak geceleri içkili, yemekli gazinolarda ünlü bir assolist ve alt kadrosu sahne alır, kadınlı erkekli müşterilerini eğlendirirdi. Bu gazinolar bir de haftanın belirli gününde/genelde çarşamba günleri/ sadece kadınlara gündüz programı yapardı. Kadınlar evden pikniğe gider gibi hazırlayıp götürdükleri yiyeceklerle ,dolmalarla,böreklerle, hem yer içer hem de ünlü sanatçıları dinleme şansını elde ederlerdi. Babamın mesleği nedeniyle Anadolu'da yaşadığımızdan sadece yaz tatillerinde İstanbul'daydık. O nedenle hatırladığım bir iki matine olayı vardır. 

Ama Mesela hatırladığım Caddebostan Maksim Gazinosunda (şimdi ki migros) Hülya Koçyiğit'i izlemiştik. Beyaz, göbek kısmı dekolteli ,vücudunu saran çok hoş bir kıyafet giymişti. Sesi pek yoktu ama çok güzeldi. O zamanlar sinema artistleri sahne alsın diye talep vardı, güzel söyleseler de söylemeseler de gazinolarda görünüyorlardı. Bir de daha sonra artık gazinoların son demlerinde Taksim'deki Maksim gazinoya gitmiştik. Emel Sayın çıkacak sahneye diye hevesle gittiğimiz gazinoda, sanırım rahatsızdı ya da belki başka sebeple onun yerine Samime Sanay çıkmıştı. Samime Sanay'ın sesi de bir başkaydı hani. Emel Sayın belki hem ses hem göze hitap eden bir kadın olsa da Samime Sanay ile ses konusunda yarışamaz gibi geliyor.

Bu Kadınlar matinesi konusu nereden açıldı derseniz ,yıllar yıllar sonra kadınlar matinesi günümüz versiyonu ile buluştum. Aklımın ucundan geçmeyen bir yerde. Kendime hediye ettiğim tatilde dördüncü geceydi. Anamur'da kalacağımız otele geldik. Otel sahibi bize o gece her ay düzenledikleri Kadınlar Matinesi olduğunu ve bize de bir masa ayırdığını bildirdi. Mutlu olduk tabi. Akşam saat sekizde masamıza yerleştiğimizde yöre halkının kadınları yavaş yavaş teşrif ettiler. Kapalı, açık, çoluk çocuk hepsi şık ,düğüne gidercesine giyimli, kuşamlı geliyorlardı. Salon tam kapasite doldu. Önce yemekler hızla servis edildi, yenildi, tatlılar meyveler geldi ve kısa süre sonra ortalığı kasıp kavuracak şarkıcı delikanlımız sahne aldı. Aman ondan sonrası vur patlasın çal oynasın. Kimse oynamaktan yerinde oturmadı, pist hiç boş kalmadı, zılgıtlar, halaylar, göbek havaları ve ilk duyduğum yöre şarkıları ile iyice kurtlar döküldü, keyifler zirve yaptı. İnanın İstanbul'da kadınların böyle rahat rahat eğlendiklerini görmedim. Gece saat on iki yi gösterdiğinde artık piller bitmiş, eğlenceye doyulmuştu. Bizler odalarımıza çekilirken misafirler geldikleri araçlarla otelden ayrıldılar. 

O gece çocukluğumun Kadınlar Matineleri ile günümüzün kadınlar matineleri arasında bir köprü gibiydi. Kadınlar  toplum baskısından , rollerinden sıyrılıp özgürce kahkahalar atmak, eğlenmek istiyorlar ve bu zamanlar değişse de değişmiyor. 

Velhasıl tatilimden  güzel bir anı olarak zihnimde yerini aldı, bu şekilde de kaleme döküldü..



 

Veda..

 Bu gece aniden çalan telefonda çocukluk arkadaşımın adını görünce, ''Kurtulmuş..'' dedim. Zar zor gözlüğümü bulup kapanan telefonu tekrar açıp, aradım arkadaşımı. Sesi ağlamaklıydı. 

 ''Kaybettik..'' dedi. Bu saatte aradığı için özür diledi.,

 '' Ne demek o,saçmalama,'' dedim. Cenazenin kaçta kalkacağını bilmediğini, sonra haberdar edeceğini söyleyip kapattık. Bir süre uyuyamadım. Baktım olmuyor ,kalkıp dualar ettim. Uyumuşum. 

Müzeyyen teyze, çok güzel bir kadındı. Hatta sokağımızın en güzel kadını. Gür siyah saçları, beyaz teni, kırmızı rujlu dudakları ,hoş duruşu, güzel konuşması. Çocukken hayran olduğumuz kadınlardan. Eşini çok genç yaşta kaybetmişti. sanırım biz o zamanlar 20'lerimizi başındaydık. Arkadaşım ve on yaş küçük erkek kardeşine , hem anne hem baba oldu yıllarca. Bir daha evlenmedi, hep çocuklarını çevresinde tuttu, onlarla birlikte yaşadı. 

Arkadaşım evlendi ,Müzeyyen teyze yine onlarlaydı. Evlilik yürümedi, damat gitti onlar ana-kız ayrılmadılar. Yıllar sonra arkadaşım ikinci kez yuva kurdu ;bu kez annesinden ayrı bir evde yaşama kararı aldı ama sadece iki apartman ötede. Zaten Müzeyyen teyze de oğlunu evlendirmiş ve gelinini yanına almıştı. Şanslıydı; gelini ona ikinci bir kız evlat oldu ,arkadaşım içinse olmayan kız kardeş gibi.

  Uzun yıllar, herkes gibi inişli çıkışlı da olsa, güzel bir yaşamları oldu. Gel gelelim hayat bir yere kadar düzgün gidiyor. Yaş ilerledikçe hastalıklar artmaya başladı. Gençliğinden beri çok fazla sigara içen Müzeyyen teyze ,pandemi yılları ile birlikte sıkıntılı süreçlere girdi, hastalıklarla boğuştu . Sonuçta hepimizin kaçınılmaz sonu ile bir sonbahar günü ,yirmi altı gün kaldığı yoğun bakım odasında karşılaştı. Hayata veda etti. 

Dün ikindi vakti cenazesindeydik. Kapalı bir havada  koyu gri bulutlar, serpiştiren yağmur taneleri ve esen lodos rüzgarı eşliğinde uğurlandı. Cenaze mezarlığa defnedilirken ,kalabalık dualarla yanındaydı. ''Önceden kadınlar mezarlığa gelmezdi'' dedi arkadaşım. 

''Evet,'' dedim ''cenaze adetleri de değişti.''

 Hoca efendi getirdiği mikrofonla, ekolu sesiyle bir mezarın kenarına oturmuş ,dualar okumaya devam etti. Toprağa verilme bittikten sonra, arkadaşım ve kardeşi kenarda düzgün bir yerde durup taziyeleri kabul ettiler. Sırayla sıkılan eller, üzgün yüzler , teselli kelimeleri..

Müzeyyen teyze ile vedalaşma zamanı. Mekanı cennet olsun.


 Not:Haftasonu kaybettiğim can arkadaşımın annesi için bir anı olarak kaleme aldım.


Kız Kalesi🏰

   


 Kızkalesi, Mersin’in Erdemli ilçesine bağlı efsanelerle dolu bir sahil kasabası. Tarihi Bizans Kalesi, masalsı hikâyeleri, uzun kumsalları ve turizm potansiyeliyle Akdeniz’in gizli güzelliklerinden biri.

🌅 Efsanelerle Başlayan Bir Hikâye

Mersin’in güzel ilçesi Erdemli’ye bağlı Kızkalesi, adını sahilin hemen açıklarında, denizin ortasında yer alan tarihi Kız Kalesi’nden alıyor. Kale, Bizans döneminde, Haçlı Seferleri sırasında Bizans imparatorları tarafından inşa edilmiş. Kıyıya oldukça yakın konumu sayesinde hem stratejik hem de görsel bir simge haline gelmiş.

Bu kalenin adı, Türk coğrafyasının birçok yerinde tekrar karşımıza çıkar — ve çoğu zaman aynı temaya sahip bir efsaneye dayanır:
Bir kral, güzeller güzeli kızını çok sever. Ancak bir kahin, kızının bir yılan sokmasıyla öleceğini söyler. Kral, onu korumak için kaleye kapatır. Ne var ki kaderden kaçılmaz: bir gün kaleye gönderilen meyve sepetinin içine gizlenen yılan, prensesi sokar.

Efsane, her anlatıda değişse de özü hep aynıdır:

Kaderden kaçış yoktur.

🏖️ Günümüz Kızkalesi: Betonun Arasında Bir Cennet

Bugün Kızkalesi, bu efsanenin gölgesinde yaşayan canlı bir tatil beldesi.
Sahili uzun, sığ ve pırıl pırıl. Denizi berrak, kumsalı incecik. Sahil boyunca oteller sıralanmış; arka sokaklarda ise Mersin’in ünlü apartman yazlıkları yükseliyor. Ancak güzelliğin ortasında insanı üzen bir manzara da var: aşırı betonlaşma.
Dağ taş yüksek katlı sitelerle dolmuş; nefes alacak alan neredeyse kalmamış. Plansız ve düzensiz yapılaşma, doğanın güzelliğini gölgede bırakıyor.



🌍 Turizmde Farklı Kaderler

Mersin, Tarsus ve Anamur sahilleri muhteşem olmasına rağmen, turizm yatırımları sınırlı kalmış. Bölgedeki oteller küçük ölçekli ve genellikle yerli tatilcilere hitap ediyor.
Oysa Antalya, Side, Manavgat ve Alanya bölgelerinde devasa, konseptli oteller birbiri ardına dizilmiş.
Bazıları 5000 odalı — neredeyse bir kasaba büyüklüğünde! Bu tesisler, Avrupa ve İskandinav ülkelerinden gelen turistlerle dört ay boyunca tam kapasite çalışıyor.


💭 Bir Efsanenin Gölgesinde

Kızkalesi hâlâ kendi efsanesini yaşatıyor.
Tarihiyle, deniziyle, sahiliyle büyülüyor; ama bir yandan da modern dünyanın baskısı altında nefes almaya çalışıyor.

Belki de Kızkalesi’nin prensesi gibi, bu topraklar da kendi kaderine mahkûm…
Güzelliğiyle büyülüyor ama insan eliyle yavaş yavaş boğuluyor.

 

Toros Dağlarının İzinde

  Bu yıl benim için Toros dağları yılı oldu. Mayıs ayı başında Ermenek, Karaman’dan başladığım Toros dağları civarı gezmelerimi, Akdeniz’de uzanan Toros dağlarını gezerek sonlandırdım. Kimi zaman içeri girerek, kimi zaman denize inerek, açık bir “M” harfi şeklinde tüm Akdeniz boyunca sıralanan Toroslar muhteşem dağlar. İsmini Tauros, yani başı boğa gövdesi insan olan bir tanrıdan aldığı söylenir.

Her bölgesi ayrı bir güzellikte olan Toroslar bu yıl bana ülkemizin ne kadar güzel, verimli, doğal ve tarihi yapılara sahip olduğunu bir kez daha gösterdi.

Toroslar sadece görkemiyle değil, barındırdığı yaşamla da büyüleyici. Dağ köylerinde hâlâ geleneksel yaşam sürüyor; keçi sürülerinin çan sesleri yankılanıyor, taş evlerin arasında tandır ekmeği kokusu dolaşıyor. Her vadide farklı bir hikâye, her zirvede başka bir manzara var.

Antik çağlardan bu yana birçok uygarlık Torosların eteklerinde yaşamış. Dağların arasında gizlenmiş antik kentler—Olba, Diocaesarea(Uzuncaburç), Termessos, Selge, gibi—bugün hâlâ zamana direnircesine ayakta duruyor. Bir zamanlar ticaret yolları bu geçitlerden geçer, insanlar hem denize hem dağlara uzanan bir yaşam kurardı. Toroslar, doğa ile tarihin el ele verdiği bir açık hava müzesi gibi.





Çınarların gölgesinde dinlenirken, dağdan inen serin suların sesi insanı başka bir zamana götürüyor. Her adımda hem Anadolu’nun köklü geçmişine hem de doğanın saf güzelliğine dokunuyorsunuz.

Toroslar bana bu yıl sabrın, dinginliğin ve doğaya yakın olmanın önemini hatırlattı. Her zirvesi, her taş yolu insana hem tarih hem huzur fısıldıyor.

 

Memleketimiz bir cennet..

Kıymetini bilelim..

Yolculuk..

 


Bugün önce havaalanına götürecek araç için yapılan görüşmelerle başladı. Saat konusunda bir kaç kez fikir değişti. İstanbul'da trafik ve havaalanının durumları tahmin edilebilir değil. Ama ben erken gidip beklemekten yanayım. Sabah altı buçuktaki uçağımız için rehberimiz dörttte alanda olun diyorsa erken çıkılacak demektir yola. Neyse ki SGH bize çok yakın. Akşam üzeri bavulda hazırlandı. Sıcak yerlere gitmek güzel, bavul hafif oluyor. Zaten ağır taşıyamam ,omuzum pes edebilir, protezde sıkıntı yaratır.

Araç tam zamanında geldi, vakitli gidip uzun süre bekledik. Sonra kalabalık bir apron otobüsü ile uçağımıza bindik. Kaptanımız bizi gayet rahat uçurdu.✈️  Bu arada ulaştırma bakanın söylediği bedava su ikramımız da yapıldı.  🥛 

Bir saat sonra Adana 'ya indik. Daha doğrusu Tarsus'a çok yakın olan yeni  Çukurova havaalanına indik.Adana'daki havaalanı kapatılmış.

Adana sabah bizi hafif bir yağmurla karşıladı. Önce Seyhan nehri üzerindeki Taşköprüyü görmeye gittik. Taşköprü bir Roma dönemi eseri.21 gözlü inşaa edilen, köprü şu an 14 gözlü olarak hizmet veriyor. Adana'nın Seyhan ve Yüreğir ilçelerini birbirine bağlıyor. Seyhan nehri kıyısında Adana güzel yerleşim yerleri oluşturmuş. Adana bilindiği gibi Türkiye'de tarım denilince akla gelen şehirlerden, bir zamanlar pamuk tarlaları ile ünlüydü. Şimdilerde başka pek çok üründe yetişiyor ama pamuk eskisi kadar yok. Verimli ve çok sıcak topraklar.  


Türkiye'nin en uzun saat kulesi. 32 metre yüksekliğinde, Seyhan'da bulunuyor.1882'de inşaa edilmiş. Bu arada ikinci en yüksek saat kulesi de Dolmabahçe'deki saat kulesidir.


Tabii ki yemekleri , mutfağı da insanların buraya gelme sebeplerinden. Hele bir kebabı var ki nefis. İstanbul'a kıyaslanmayacak kadar ucuz ve bol ikramlı. Bir de bici bicisini merak ediyordum ama pek çok yerde sokakta satılıyor .İşte bunun için tatmaya cesaret edemedim.

Evet bu gezimizde Adana'dan yola çıkıp Tarsus ,Mersin , Silifke,Anamur, Taşucu, Alanya,Side ve Manavgat vardı..

Yeni yollara çıktık. Hepsini yazar mıyım?  Bilemiyorum. Ama etkilendiklerim ve dikkatimi çekenler yazılarıma konu olacaktır.

Bugünlük.

  


Dolapta kalan iki adet yufka ile yaptığım uydurmasyon börek nasıl da kabardı, nasıl da lezzetli oldu. Bazen o kadar özenirim, malzemeleri özenle seçerim, tarifi kılı kırk yarar uygularım ,sevgi ise onu da katarım, ı ıhh ,olmaz . Bir şeyi eksi olur o kadar özendiğim gibi olmaz, tat vermez, az pişmiş, çok pişmiş yani bir şeyi eksik olur işte. 

Bazen de böyle uğraş vermeden ,şip şak yaparsın, nefis olur.

Dünkü masmavi, pırıl pırıl günlük güneşlik cam gibi havadan sonra bugün İstanbul kapalı, serin, yağmurlu. Dün o güzel havada hiç dışarı çıkmadım, balkonda güneşin karşısında mavi üzerine beyaz serpmeli bulutlara bakarak epey oturdum. 

Bugün yağmurda olsa çıkıp yürümek lazım.  Beden çalışırsa ,zihin dinlenirmiş.


Gökyüzünde Nehirler Var..

 

Bu haftasonu Elif Şafak tarafından yazılan Gökyüzünde Nehirler Var isimli romana başladım. Sevdiğim yazarların romanlarını hemen okumaya başlayamam. Sakin, huzurlu ,keyifli bir vakit beklerim. Mesela o  an gibi. İşlerim bitmiş. Planım yok, oturmuşum okuyorum. Kendimi bir su damlası gibi hissedip zamanlar arası dolaşıp masalları dinlemeye hazırım. Kitabın tadına vararak okuyacağım zamanlar. Acelem yok, yavaş yavaş okumak en güzeli. Roman bir su damlasının yıllar , yüzyıllar içinde eşlik ettiği hayatlarla ilgili. Kimbilir böyle su damlaları bizimde hayat öykülerimize bazı izler taşıyordur. Bunu bilemeyiz ama hayal edebiliriz.

 


 

 



Bugünlük Gri İstanbul.

 Ayşe Barım'ı tanımazdık. Çalıştığı çok ünlü sanatçı, oyuncu varmış, onları bilirdik. Menajerlerin ne iş yaptığını ,oyuncular açısından ne kadar önemli olduğunu da bilmezdik. Olaylar belki de ''Menajerim Sensin'' dizisindeki gibiydi. Sonra bir gün  Ayşe Barım adında menajeri ,üzerinden yıllar geçen gezi olayları dolayısı ile tutukladılar. Kadın hastaymış, dinlemediler, tutuklu yargılansın ,dediler. Aylardır içerde yatıyor. Sonra davası görüldü tahliye edildi, sağlık sorunlarından dolayı. Hiç tanımam, bana ne diyebilirim ama bir sevindim. Ben bazen böyle hiç tanımadığım kişiler için üzülür, şaşırır, telaşlanır ya da sevinirim. Bu da onlardan biriydi.Mesela hasta olup tutuklu yargılanan eski Beylikdüzü belediye başkanı  Mehmet Murat Çalık içinde üzülüyoruz. Ne yapmış olabilirler bu kadar uğraştırılıyorlar? diye düşünüyoruz.

İşte bu sabah yeni bir haber duyduk,Ayşe Barım tekrar tutuklu yargılanacakmış. Yani bir çeşit eziyet. Daha önce bunu bir belediye başkanına da yaptılar. Mahkemeler arası bir anlaşmazlık mı oluyor, herkes hukuku farklı farklı mı yorumluyor, bilemiyoruz. 

Türkiye'de yaşayan yurdum insanı ,artık evham ve endişe sıralamaları arasına; gözaltına alınmayı ve tutuklanmayı da koyuyormuş. Yapılan araştırmalarda ekonomi, işsizlik, sağlık, kurumlara olan güvensizlik gibi konuların yanında direkt gözaltına alınma korkusu değil belki ama ifade özgürlüğü konusundaki kısıtlamalar, haksızlıklar özellikle gençler arasında kaygı bozuklukları yaratıyormuş ve gençlerin çoğunluğu kaygılıymış. 

Nasıl olmasın?

Bu gibi sorunlarla yaşayan Türk insanı, yine bazı kamuoyu araştırmaları ve yapılan üniversite çalışmalarına göre, mutluluk ve yaşamdan memnun olma sıralamalarında , dünya ortalamasının çok altında bir sırada yer alıyormuş. Çoğumuz mutlu değiliz, yaşadığımız hayattan memnun değiliz. Ama şikayetçi miyiz? Değiliz. Şükür diye bir duygumuz var , ona tutunuyoruz. Ama gençler öylemi? Yeni nesil nasıl? Bilemiyorum. Sorulduğu zaman çoğu yurtdışına gitmek istiyor. Ülkede huzurlu değiller demek bu şartlarda.

Nasıl olsunlar?

Bugün gazeteci Fatih Altaylı'nın duruşması vardı, tutuklu yargılanmasına devam, kararı çıktı. İddia edilen şu; padişahlardan verdiği örnekle cumhurbaşkanına tehdit suçu işlemesi. 

Bir de şunu işittik haberlerde son dönemin ünlü şarkıcısı Mabel Matiz'in perperişan şarkısının sözlerinden dolayı 3 yıl hapis istemiyle yargılanacakmış. Şarkı sözünden dolayı. Müstehcen diye. İnanın bu şarkıyı ben bilmiyordum, böyle soruşturma falan olayı olunca baktım neymiş sözleri diye. Belki de tutmayacak bir şarkıydı. Şimdi hemen herkes öğrendi bu şarkının varlığını. Çoğu türkümüzde, şarkımızda yok mu böyle lastikli cümleler, benzetmeler.

Valla , içim bu gri İstanbul havası gibi kasvetli. Bunları işitince. 

Ülke gündemi ne kadar ağırsa küçük sevinçler daha kıymetli oluyor.Neyse ki FB dün akşam yendi Nice'i de bir nebze mutlu olduk. GS'lıyım ama bu bir milli maçtı sonuçta.Sonrasında Samsun'da galip çıktı oynadığı maçtan. Biraz konularımız dağıldı. Azıcık iyi şeyler ,küçük mutluluklar yetiyor bazen.. 


İstanbul Havaları..

 


Dünkü gri havayı görmezden gelelim, neydi o öyle. Soğuk, yağış, herkesin hemen üzerine giydiği kışlık montlar. Daha geçen pazartesi ,adada denize girmiyor muydu bu İstanbullular? 

Öyledir İstanbul. Epeydir yaşatmamıştı, bu değişkenliğini. Bir sıcak , birden soğuk. Bir lodos bir poyraz. Güvenilmez. 

Bugün gayet güneşli, parlak, net bir hava var. 

Bizde her zamanki mekanımızda kahve içmeye geldik.

Bahçede oturduk, bir ara yağmur atıştırmaya başladı. İçeri kaçan kaçtı. Biz şemsiyeyi açtırdık.  Zaten yağmurda durdu. Damlalar ara ara düştü, çoğunlukla bulutlarda kalmayı yeğledi. 

Bugünlük böyleydi. 

Kınalıada

Kınalıada , Prens adalarından bir tanesi. Büyükada, Heybeliada, Burgaz  ve Kınalı. Takım adalar bunlardan ibaret değil. Sedefadası, Kaşıkadası, Yassıada,Sivriada ve Tavşanadası da var. Onlarda yerleşim yok.(Sedefadası hariç) .  Yassıada farklı bir durumda, biliyorsunuz siyasi tarih açısından iyi hatıralar barındırmıyor. Müze haline getirilecek denildi.Şimdilerde de turistik bir yere dönüşmüş, gitmedim.
Bugünlük konum; Kınalıada. 
Bizim tarafa yani Kartal'a en uzak ada olmasına karşın  İstanbul'a en yakın ada Kınalıada. Yerleşimin çok fazla olduğu bir ada. Aynı zamanda bir plaj ada .Adanın her yerinden denize girebilmeniz mümkün. Kıyılar plajlarla çevrili. Ege sahili gibi. Tabii Marmara denizi ne kadar temiz ve ne kadar denize girilebilir orası tartışılır. Ama gittiğimizde denize giren çoktu. Eylül sonu olmasına rağmen şezlonglar doluydu. 

Diğer üç büyük adaya göre yeme içme mekanı olarak çok fazla seçenek yok. Sahilde plaj cafeler var, kocaman bir çınarın altındaki üç beş mekan var. Ufak da bir çarşısı var. İstanbul'da yaşayıp ,küçük bir sahil kasabası hayali kuran her İstanbullu buraya gelip, hayalinin ön izlenimini yapabilir.

Gerçekten İstanbul kaosundan kaçıp burada bedeninizi, ruhunuzu dinlendirebilirsiniz.
Trafiksiz, sessiz sokaklar.
Plajlar..
Denize açılan ağaçlı, gölgeli yollar..
İstanbul'un bozulmayan nadir köşelerinden birisi Kınalıada..


 
 

Bir Zamanlar Hava Gazı Vardı.

Bir varmış bir yokmuş.Vaktiyle insanların hayatında havagazı denilen bir nimet varmış. Şimdiki zamanın doğalgazı misali hem etrafı aydınlatır hem de ısıtırmış. 
İlk önce Dolmabahçe Sarayı inşaa edilirken böyle bir eksiklik hissedilmiş. Öyle ya bu koca satray nasıl ısınacak, nasıl ışıl ışıl olacakmış.O sırada  Avrupa'da kullanılmaya başlayan böyle bir gazın varlığı kulaklarına gelmiş. Hemen getirilmesine karar verilmiş ve ilk gazhane Dolmabahçe'de kurulmuş.
Daha sonraki zamanlarda ,aydınlatma ve ısıtma amaçlı kullanılacak gaz üretimi Anadolu yakasındada kurulmuş.Önce Kuzguncuk'ta sonrasında Hasanpaşa'da yeni gazhaneler açılmış
Caddeler, sokaklar buralarda üretilen sihirli gazla ışıl ışıl olmuş. Bu işi yapan Fenerciler varmış.Akşam oldu mu ,ışıkları yakmak onların göreviymiş.Tek tek tüm fenerleri yakarlarmış. Bazı zengin aileler de havagazını evlerine döşetip, ısınma ve aydınlatma da kullanabiliyormuş. 
Gel zaman git zaman ,her şeyde olduğu gibi, havagazının yerine de bir çok yeni icat çıkınca gazhanelerde terkedilmiş, viranelere dönüşmüş.
Ama hikayede burada bitmemiş.
Bir gün bunlardan bir tanesi akıllara gelivermiş. Hasanpaşa'daki gazhane onarılmış, restorasyondan geçirilmiş ve  MüzeGazhane adı altında yaşama  alanına dönüştürülmüş. Eskinin endüstrisi şimdinin sanat, bilim, kültür alanı haline gelmiş. Çevreye değer katmış. Tarihi mekan güncel hale gelmiş, tekrar kullanılmaya başlanmış. Kütüphaneler, tiyatrolar, kafeler ,müzeler açılmış. Ortalık şenlenmiş.




  Ve belki yolunuz Hasanpaşa'ya düşerse sizde bu eski -yeni buluşmasının ne kadar güzel uyum içerisinde olduğunu gözlerinizle görürsünüz. İstenirse her şey yapılabilir.




Günlük Rutin

 Sevgili Ceren günlük rutinini yazmış. Mahalleliye de pas atmış. Okuyup da cevap vermemek olmaz. Onun rutinini okuyunca gençlikte ne kadar çok koşturduğumuzu hatırladım.  Ama o zamanlar ne yorucu geliyor, ne zor, ne de sıkıcı. Çalıştığın işini seviyorsan hele bambaşka keyiflidir sanırım ama ben sadece maddi olanakları yüzünden seçtiğim bir işte çalıştığımdan dolayı emekliliği iple çektim. Emekli olunca da kendimi özgürleşmiş hissetim. Başımda artık ne bir müdür, ne de işlerini yapmak zorunda olduğum müşteriler vardı.  

Çalışırken ki rutinden sonra evdeki rutin bambaşka oluyor. İnanın hiç boş değil, hatta çoğu çalışandan daha dolu. Ev işi diye bir icat var ki, hiç bitmiyor, ha bre dolanıp duruyoruz:) 

Sabah yedi oldu mu gözlerim açılır. Kendime gelmem buçuğu bulur.  Bu arada oğlum kalkar ,hazırlanır , kahvaltı etmez genelde, ederse de kendine bir şeyler hazırlar ,yer gider. Sonrasında saat dokuz buçuğa kadar blog okuma, yazma, varsa kitabım onu okurum. Dokuz buçuk gibi çayı koyarım, kahvaltı hazırlarım. Yaz aylarında kahvaltı ve yemekler balkonda yenilir. Saat on gibi kahvaltımızı yaparız, bu arada youtube den ya boş koltuk ya da yılmaz özdil ile memleket havadislerinin yorumlarını dinler , sohbet ederiz. 

Sonrasında önce evi şöyle bir toparlar/banyo, yataklar vs./ mutlaka her gün olan çamaşırlar makinaya, asılı olanlar ütüye, ütülenmişler dolaplara derken baya vakit geçer. Eve yardımcı Ü.müz var ama ütü ve çamaşır hep bendedir. Çalışırken de böyleydi. Bu arada sebasti(vazgeçilmez robotum) evi dolanmaya başlar. Ben de mutfağa geçerim. Dünden kalan bir şey yoksa yemek yaparım. Akşamdan mutlaka kafama yazmışımdır ne pişireceğimi. Genelde her gün yemek pişiririm. Annemden öyle gördüm .Bu biraz zor oluyor ama alışkınım. Bazen bıkarım, sıkılırım o zaman da  dışarı kaçarız.  Mahallemiz esnaf lokantası , ayaküstü yemek zincirleri konusunda zengin. Hatta yıllardır boş duran, on yıl olmuştur, yan apartmanın altındaki dükkan tutulmuş. Yeni Nesil Çiğköfteci açılacakmış. Yeni neslin meyhanesi varda , çiğköftecisini duymamıştım. Bu yeni nesil çok fena:) 

Konu karışmasın öğleye doğru sevgili beyle sabah kahvemiz vardır mutlaka. Sonrasında artık o gün dışarıda işim yoksa (arkadaş buluşması, sevgili beyle gezinti, dernek, alışveriş vs.) dizilerimi izlerim. Öğleden sonra üçte nevşin mengü'yü dinlerim. Yine bir siyaset dozu alırım. Artık akşam haberlerini dinlemeye gerek kalmamıştır. 

Akşama doğru ilave varsa yapılacak, mutfağa geçilir. Saat yedi gibi evin çalışanı eve gelir, biz emekliler onu bekleriz, sofrada buluşuruz. Yemek faslı bitip, bulaşıklar toplandıktan sonra yarım saat site bahçesinde akşam yürüyüşü yaparım. Eve geldiğimde saat dokuza gelmektedir ,yerli dizilerim başlar. Sevgili beyle beraber izleriz. Sonra ben erkenci kuş olduğumdan, uykum gelir,  on bir buçuk gibi uyurum..

İşte evde geçen, dışarıya çıkmadığım bir gün. Evin işleri hiiç bitmez, yorar. Ama aynı zamanda kafa dağıtır, hareket sağlar. Evde zaman geçirmeyi severim. Ama bir iki gün evde kalınca da dışarısı çağırır. Ondan müsebbip hemen her gün  gezmeye çıkarız ya mahallede ya İstanbul 'da bir köşede.  

Çalışırken koşturmacalı olan hayat, emekli olunca sakinliyor. Kafamızda huzurluysa , derdimiz tasamız azsa , sağlığımızda iyiyse , daha ne isteyelim?



haftasonu..

 


Hafta sonu fazlasıyla ekran karşısındaydım . 

Mavi Dolunay Oteli'ni izledim. Komik bir dizi. Gubse Özay tarafından yazılan sekiz bölümlük dizi; evlenmek isteyen iki kızkardeş, eski bir otel, oteli satın almak isteyen yakışıklı alıcı,otelini satmak istemeyen dul bir anne üzerinden dönüyor. Kasabadaki karakterlerin hepsi ayrı bir hikaye.Güzel işlenmiş. Öykü Karayel'in o saf, zıp zıp atom karınca hallerine bayıldım. Tam bir saf ruhtu:) Kerem Bursin bu sıralar çok fazla ekranlarda görünüyor. Ya da bana denk geldi. Çünkü Mavi Dolunay Oteli'n den önce de Şımarık adlı filmi izledim. O da ayrı bir absürd komedi. Pazar günleri  Çarpıntı dizisinde ''esas oğlan'' olarak karşımıza çıkıyor. Bilindik bir telefon hattının reklamında oynuyor. Say say bitmedi.Geçelim.

 Araya da Cameron Diaz'lı ,bol aksiyonlu bir ajan filmi sıkıştırdık. İzlerken nerede Cameron Diaz'ın gençliği demeden edemedim:/ 

Kızılcık Şerbeti'ni izlememek için de yeni başlayan Aşk ve Gözyaşı'nı seyrettik .. Hande Erçel'in oyunculuğunda bir donukluk var .Sanırım,' güzelsin 'diyorlar, diye, o yüz ifadesini bozmayı hiç istemiyor. Malum kendisi de son haftalarda sevgilisinden ayrılmış magazin gündemini çokça meşgul etmişti. Ayrılığın ardından dedikoduların ardı arkası kesilmemişti. Diziye gelirsek, konusu itibari ile güzel . Farklı bir olay var . Mutlu mutlu giden değil, sönmüş bir aşk üzerinden ilerleyen bir konu. Aşklar da sönüp biter tabi. Hangi aşk sonsuza kadar sürmüş ki. Masallardaki gibi gökten üç elma düşmeler, gerçek hayatta yok. 

Sonra bu kadar çok dizi, film vs. sıkılınca, arada ONLAR TV ye izleyip biraz siyaset ve gerçek hayat dozu da aldık. Yine iddialar, olaylar, şaşırtıcı konular ama sonuç ne oluyor derseniz; sadece bilgimiz oluyor, sinir katsayımız artıyor, memleketin hali ne olacak, diye dertleniyoruz.Elden bir şey gelmiyor. Dinliyoruz.


Dünde kızım aradı , bugün için'' kahvaltıya geleceğiz annecim'' dedi.  Birazdan gelirler.  Şimdi yazıma ara verip, mutfağa geçeyim, büyük çaydanlığa çayı koyayım. Kahvaltılıkları hazırlayayım. Kahvaltı sonrası için de güzel bir ıslak kek yaptım.. Oğlum da baskete sahile gitmiş. O da gelir şimdi. Evden çıkmadan önce kekin tadına bakmış. Tarifim çok eski Tık Tık Çok sık yaptığım bir tarif.

Yanına da geçen markete gittiğimde aldığım reyhanlardan reyhan şerbeti yaptım. Bayılıyorum bu şerbetin rengine..
Bu gün de muhabbet aralarına  Fenerbahçe kongresi , CHP kongresi  kritikleri karışır. Evde herkes FB'li.Bir ben dededen kalma GS'li.  Formula1'ide varmış bugün, Azerbaycan'da yapılacak grand prix Bakü'nün caddelerinde yapılacakmış.Monaco'da olduğu gibi. F1 takipçiside oğlum ,o izleyince biz de azıcık ilgileniyoruz yıllardır. Sanırım seneye bizde de tekrar yarışlar başlayacakmış.  

Bu paylaşım muhtemelen pazartesi yayına verebileceğimden dolayı hepinize sakin, huzurlu, kolaylıklarla geçecek bir hafta diliyorum. 

Not; Yedi yıl sonra Başkanını değiştiren Fenerbahçe'yi kutluyorum. Sadettin Saran uğurlu gelsin Fenerbahçe'ye. 


Vefa

 Vefa ;kelime anlamı, hatır bilmek , aradan zaman geçse de değerini önemsemek, kıymet vermek demektir. Uzun soluklu manası vardır. Yılları kapsar, aynı kalbe aynı iyi niyetle şükranlarını, sevgisini, dostluğunu, arkadaşlığını sunmaya devam eder. Önemli bir değerdir ,kişilikle birlikte varolur. Bazıları sahiptir ona, isteseler de bırakamazlar. Bazıları da ne kötü bir şans ki vefadan yoksun bırakılmışlardır .

''Vefasız ''olarak adlandırılmak, herhalde ardından söylenecek en acı sözlerden biridir. ''Vefalı'' olmak ise sen farkında olmasan da karşındaki için büyük  sevinç , tatlı bir huzur, bir gülümseme, mutlu olma hali yaratır. O nedenle vefalı insanlardan bir tanesini bile tanıyorsanız şanslısınız, demektir. 

Dün her geldiğinde beni aramadan geçmeyen gençlik arkadaşımın telefonu ,bana vefalı dostlarımın olduğunu hatırlattı. Her gün konuşup görüşmek şart değil; yıllar geçse de arayıp sormak çok önemli. Onun sesini duymak bana eski günleri, paylaştığımız anları hatırlattı ve içimde derin bir huzur bıraktı.

Şanslıyım.. Vefalı insanlar var  hayatımda.



Olay Dizi; Kızılcık Şerbeti

 Kızılcık Şerbeti dizisi reytingleri çok yüksek olan bir diziydi. Ben de meraklısıydım, cuma akşamları severek izliyordum. Ancak olaylar öyle bir noktaya geldi ki çoğu izleyici gibi bizde" pes bu kadar da olmasın" demeden edemedik. Evin kayınpederinin , dünürünün kız kardeşine aşık olup ondan bir çocuk yapması mesela. . Yine de izledik. Çünkü merak ettik, çünkü alışkanlık olmuştu. 

Her yıl biraz daha saçmaladılar, yine de reytingleri yüksekti. Fakat bu sezon başladığı şekil 'bu kadar da olmaz' dedirtti. Dizinin en sevilen, en tutkulu iki çifti üzerinden öyle bir senaryo yazılmış ki inandırıcılıktan tamamen uzaklaştı.

 Malum her şey Fatih-Doğa ikilisinin aşkı ile başlamıştı. Seküler bir hayat yaşayan Doğa ve muhafazakar zengin Fatih'in evliliği ile birlikte iki ailenin de hayatı alt üst oluvermişti. Dizinin kalbi bu çiftti. Şimdi ise görünen Doğa, görümcesi Nursema'nın kocası Firaz ile yasak bir aşka yelken açıyor. Oysa daha üç ay önce Firaz , Nursema için ölüp bitmiyor muydu?(Dizi zaman atlaması ile üç ay sonradan başlıyor). Hangi ara aşk başladı? İşte burası diziden kopuş noktası. Benim gibi pek çok izleyici için dizi sona ermiştir ,diye düşünüyorum. Sonuçta saçma senaryoları izlemek zorunda değiliz, yeni başlayan bir çok güzel dizi var.

Ama sonrasında olan şaşırtıcı şey şu ki; dizinin senaristini gözaltına almak nedir ya hu! 

Bu hepsinden garip ,hepsinden anormal değil mi? Bir dizi yüzünden  senaryo yazarını gözaltına alıp , soruşturma açmak!?? Tabi sebebi dört yıl önce söylediği sözlermiş, o daha da tuhaf. Dört yıl önceki sözler ,şimdi gündeme geliyor. Bilemiyorum.

Dizi için RTÜK'ün soruşturması açmasına gerek var mıymış? İsteyen izler, istemeyen izlemez, beğenmedim diye fikrini yazar, çizer, konuşur. Dizi de reytingi düşer, yayından kalkar. Normal olan bu değil mi? Galiba biz artık o noktalarda değiliz.

Şaşkınlıklar içerisindeyiz... Hala..



Gökçeada

 Her yaz Ayvalık'tayken ''Gökçeada'ya gidelim'' muhabbeti yapardık ama gidemezdik bir sebeple. Bu eylül ayında İstanbul'dan Gökçeada'ya gitme fırsatı yarattık bizde. Tabii yol Anadolu yakasından oldukça uzak. İş trafiğine kalmayalım diye, sabah 05.30 da yola çıkmaya karar verdik. Fazlaca trafik yoktu . Bir saatten az bir sürede İstanbul'dan çıkabildik. 


Çanakkale köprüsünün yanından geçtik. Devasa bir köprü, geleni geçeni az gibi ama ilerde artar.Tıpkı Osmangazi köprüsünün ilk hali gibi, şimdilik boş.

  Keşan'a doğru gittik ,sonra yanlış yol takip etmişiz, geri dönüp Malkara'dan yeni yapılan otobana çıktık. Otoban kenarında yüzlerce yüksek gerilim hattı direkleri dikkat çekiciydi, bu elektrik nereden geliyor ya da nereye veriliyor anlayamadık.

 Bu arada Silivri 'den geçerken Marmara Ceza evini görmek içimizi acıttı. Ekrem İmamoğlu 19 Marttan beri içerde. Keza her gün youtube yayını ve boş koltuğu dinlediğimiz Fatih Altaylı'da orada. Üzücü durumlar yaşanıyor memlekette.


Biraz maceralı oldu ama sonunda 11. 00 feribotuna binmek üzere Kabatepe'ye vardık. Önce online bilet alan yolcuları alıyorlar, sonra diğer araçları. (Araç ve bir yolcu 1200.-TL)

Yolcular arasında çoluk çocuklu aileler çoktu. Bir tanesi ile yol boyu muhabbet ettik. Çanakkale'de kamu personeliymiş, TeknoFest Gökçeada'ya günübirlik gezmeye gidiyorlarmış. Böyle çok aile vardı. Bu yıl Çanakkale'de müsaitlik olmayınca, Teknofest'in Gökçeada'da yapılmasına karar verilmiş  Her yerde yapılıyor artık galiba. Eh! Ne diyelim güzel! 

Sakin ,güzel bir deniz yolculuğu ile bir buçuk saat sonra Gökçeada'ya vardık. Ada hep büyük denirdi de bu kadar büyük olduğunu tahayyül edememişim. Volkanik bir ada olduğundan yeşil bir bitki örtüsü yok ilk bakışta. Yeşil kısımlar biraz daha içerlerde. Genelde yoz ,kayalık bir görüntüsü var. 

Otelimiz Kaleköy yakınında  denize de çok yakın bir konumdaydı. İnternetten bulduk ama şansımıza iyi bir oteldi. Yeni yapılmış,üç beş senelik bir otel. Gökçeada merkezde dolaştık ilk gün. Küçük bir yer ,bir iki caddede toplanmış her türlü kurum.En güzel yanı kocaman ücretsiz bir otoparkı var Gökçeada 'nın. Arabanızı rahatça park edip yürüyerek her yere gidebiliyorsunuz. Bedava park yeri için on puan verilebilir Gökçeada belediyesine. Biz de önce arabamızı bırakıp, biraz dolaştık. Merkez lokantasında karnımızı doyurduk, meşhur pastanesinde kahvemizi içip tatlımızı yedik. Kurabiyeleri güzel demişlerdi ama kurabiyeler çok da değişik ya da güzel gelmedi bize. Üstelik ufacık kurabiyenin tanesini 30.TLye satıyorlar. Böylesi pahalı gelirse diye de hazır kutular yapmışlar. Ama kapalı kutu, içindekinin taze olup olmayacağını bilemeyiz. Malum güven sorunu yaşanıyor memlekette.

Gökçeada'dan bazı resimler:)


Şu hemen yakında görünen Yunan adası ;Semadirek(Samothraki) adası.


Gökçeada'da yerleşim, daha korunaklı olduğundan Ada'nın iç kesimlerinde tepelerin eteklerinde kurulmuş. Otelin olduğu bölge Bademli köyü ismini etrafında yetişen badem ağaçlarından almış.Gökçeada'nın en yüksek yerinde konumlanan köy Tepeköy. Burada da asırlık çınar ağaçları var, kilise, çamaşırhane gibi görülecek yerler var. Yine otelimize yürüme mesafesinde bir başka köy Kaleköy.İsmini tepedeki kale kalıntısından almış. Çok güzel bir sahili var. Günbatımını izlemek için şahane.Sonrasında Zeytinli köy var ki ortodoks hıristiyanlarının ruhani lideri 1.Bartholomeos 1940 yılında bu köyde doğmuş. Köyde güzel vakit geçireceğiniz mekanlar var. Tatlıları ve kahveleri meşhur. Köyler genelde dik yamaçlarda araba ile gidiyorsanız köyün girişindeki özel otoparklara araçlarınızı park edip yürüyorsunuz. Zor bir yürüyüş olabiliyor. Otoparklarda 100.-TL ücret alınıyor.(2025) Belediye merkezde ücretsiz otopark yapmış ama köylüler otopark ücretlerini hiç acımadan topluyorlar. 

Ada da çok sayıda keçi var.Yabani keçilerin doğal yaşam alanı halinde Gökçeada. Dolayısı ile sokak köpekleri gibi bir kavram yokmuş adada. Yaşasın keçiler, diyesim geldi:)

Adada denize girmek, sörf yapmak için harika kumsallar, upuzun plajlar var. Biz Aydıncık plajına gittik. Hayatımda girdiğim en güzel denizlerden biriydi. Kumsalı güzel, tesisler güzel, rüzgarı püfür püfür.Tabii ki şezlonglar paralıydı. İki şezlong 1 şemsiye 500 TL. Giriş ücreti ya da otopark parası vermedik. Şezlongda almadık tabii kiç Kocaman bir ılgın ağacının gölgesine koyulmuş masalardan birine yerleştik. Hem bir şeyler yedik ,hem de denize girdik. Ada da su sıkıntısı da yok. Kendi kendine yetecek kadar bol su kaynağına sahip bir ada..Nefis bir plaj günü yaşadık. 

Benden Gökçeada izlenimleri bu kadar. Gökçeada'yı sevdik, beğendik.  Tekrar gidip, daha uzun süre kalmak harika olur.