sevda..

Dingin bir  haziran akşamı. Ebabil kuşları cırıl cırıl uçuşmaya başladı. Oradan oraya ,öyle telaşlı ve çığlık çığlığa uçuşuyorlar ki. Balkonda içtiğimiz akşam çayına melodileri ile eşlik ediyorlar. Bütün kış  karga ve martıların kalın seslerinden ,kumru guguklarından başka bir kuş sesi olmayınca, bu ebabil çığlıkları ve serçe cıvıltıları nihayet yaz geldi galiba dedirtti. Lakin haziran ayı yaza geçiş yapmamızı pek istemiyor gibi serin havalarıyla eşlik etmekte bize. İlk haftası hırkalarla, henüz kaldırılamayan yorganlarla geçti ki bu İstanbul için  fazla. Bu akşam gurubu öylesine kızıl pembe ki yarın hava kesin sıcak olmalı ,dedirtiyor. Aylardan Haziran ayı  benim için çok değerli .İyi ki kavuştum dediğim evlatlarımın dünyaya geldiği ay. Yıllar yıllar geçti,  doğum anılarımdan bahsedecek değilim. Gerçi bilinen laftır; erkeklerin askerlik anıları, kadınların doğum anıları anlat anlat bitmezmiş. Hadi kadınları anlamak kolay, düşünsenize canınızdan can doğuyor, bir anda dünya üzerindeki bağımsız günleriniz sona erip başka bir role bürünüyorsunuz, size artık anne diyorlar, küçüçük yüreklere bağımlı hale gelip, peşlerinde dolanıp duruyorsunuz. Bambaşka bir sevgi türü ile tanıştığınız yeni ,telaşlı bir hayata adım atıyorsunuz. Askerlikte ne var ?Bunu bir kadın olarak anlamam mümkün değil tabi. Yani bu kadar anı biriktirecek ne var ki. Belki babamın asker olmasından dolayı askerlik bana normal geliyordur. Dün albümleri bir yandan düzenler, bir yandan da ne var ne yok diye karıştırırken, sevgili bey'imin, onun ve benim erkek kardeşimin askerde çekilmiş, üniformaları ,kısacık saçları ile verdikleri havalı pozlu fotoğraflarına baktık. Hepsi güzeldi de en güzeli  rahmetli dedemin askerdeyken çekilmiş resmiydi. Dedemin ,anneanneme yazdığı kartpostal gibi bir fotoğraf. Askerlikte talim yaparken resim çektirmişler o da onu ailesine göndermiş. Arkasında inci gibi düzgün, hafif sağa yatık elyazısı ile yazdıklarından anlaşıldığı üzere  iki resim postalamış. Biri ailesine, diğeri karısına. ''Sevgilim'', diye hitab ediyor. Ne hoş. '' sana da resmin aynısını gönderiyorum'' diyor. ''Bu benim top ve benim erlere talim yaptırdığım resmim...'', gibilerinden bir kaç satır yazmış. Mürekkepli kalemle  yazılar, bazı yerleri dağılmış, silikleşmiş. Sararmış. Yıl 1944 .Şubat ayının ikisi. Çok eski. Çok sevgi dolu. Çok romantik. Dedem anneannemi kaçırıp evlenmiş. Biri 14'ünde biri 18'indeymiş. Sonra askere gidince ki askerlik uzunmuş o yıllar anneannem dedemin ailesinin yanında kalmış, onların çocukları ile birlikte büyümüş. Dedemler 5 erkek kardeşmiş ,kızları olmadığından ilk gelin olan ve yaşı da küçük olan anneannemi kızları gibi bağırlarına basmışlar. Anneannem de bebekken kaybettiği, hiç tanımadığı annesinin yerine kayınvalidesini koymuş. Uzun yıllar kalabalık büyük bir aile olarak yaşamışlar. Yaz tatillerini dedemlerin herkesin birbirine komşu olduğu  mahallemizde geçirmeye bayılırdım. Tüm çocukluk arkadaşlarım oradaydı. En çok sevdiğim yemek tavuktu, ben gelince mutlaka pişirirdi anneannem. Dedemle lades oynamadan bitirmezdik yemeği. Ben kazanayım diye unutmuş numarası yapardı hep. Mutlu çocukluk anıları işte, garip şeyler kalıyor hafızada. Sonra yavaş yavaş dağılmalar başladı tabi.İlk kopuş dedemdi. Anneannem dedemi çok erken yaşta kaybetti. Ben henüz ilkokul üçüncü sınıftaydım. Ani bir kalp krizi, anneannem ile dedemi ayırdı.. Anneannem yıllarca bazen kızlarıyla genelde onlara yakın ama  yalnız yaşadı. Çok sevmek böyle bir şey. ''Sevgilim'' diye kart göndermek ya da yapayalnız gibi görünse de onun hatıralarıyla, aşkın kalbinin içinde onun yerine de hayatı yaşamak.  
Bu kızıl pembe akşam üzerinde aklıma düştü dedemve anneannem,  nurlar içinde yatsınlar. Kavuşmuşlardır umarım. 

Çevremiz ikii..Kozak..

 Her gün Çevre Günü olsa yetmez sanırım. Biz yine bildiğimizi okuruz. Belki dünyanın her yerinde böyledir, yaşadığı yerin kıymetini bilmiyordur kimsecikler. Usul usul yok etmeye meyillidir insanlar ,kendileri de gidici olduğundan, bizden sonra tufan, diyorlardır için için. Günü kurtarmak peşinde gün tüketiyorlardır.

İşte son Çevre yazım, yine eski bir yazım.  


Ağustos 2017

Ayvalık'a gelmeden  önce Kozak tabelası görürsünüz, oradan sapın hemen. Zeytin ağaçları ,meyve bahçeleri ile dolu tarlalar sonrasında, her yeri çam ağaçlarıyla kaplı kocaman bir coğrafya içine düşersiniz. Bu orman içinde çam ağaçlarının arasında devasa büyüklükte ,
sanki gökten atılmış gibi çam ağaçlarının arasına serpilmiş granit kayalar gözünüze çarpar.
Şaşırtır sizi bu granit kayalar .O kadar büyükleri var ki 'oraya nasıl gelmiş', dedirtir, düşündürür.
Bağyüzü köyü yakınlarında bir Atatürk sevdalısı Sühan Şen bu kayaların üzerine müthiş bir eser yaptırmış.
Bir Atatürk Anıtı.
Kocaman bir granit kayanın üzerine yapılmış dev bir heykel. Çam ağaçlarının ortasında ,yolun hemen kenarında muhteşem bir görüntü.


 



 Bu güzel eseri görmek idi niyetimiz. Kozak yaylasına neredeyse bir 13-14 yıl önce gitmiştik.Kozak yaylası sadece fıstık çamı ağaçlarıyla dolu ,üzüm bağları meşhur ,Bergama'ya yakın 19 köyü kaplayan koca bir yayla. Lakin daha ormana girer girmez sizi artık çam ağaçlarından önce, ormana ağaçlara yayılmış bir hastalık gibi görünen taş ocakları karşılıyor. İnanılmaz üzücü bir manzara.O koca granit taşlarını un ufak edip ,kaldırım taşı yapıp yurt dışına satıyorlarmış.Bu taş ocakları yüzünden fıstık çamı kalmamış.(Bir köy bakkalından aldığımız dolmalık fıstığın kilosu 140 tl ).Üzüm bağları ne derece dayanır ya da kaldı mı bilmiyorum.
Atatürk anıtının tam karşısına da bir taş ocağı açmışlar.
Anıtın etrafı neredeyse çer çöp dolu. Bakımsız. Sanki bir inat sezdim, o ocağın oracığa açılmasına.
granit taşlar ve o fıstık çamları  dolu orman başka memlekette olsa bu derece kıymetsiz mi olurdu acaba.
İçim parçalandı.
Tatilimde beni en çok yaralayan manzara, bu çam ağaçlarının arasına hunharca saplanmış bir bıçağı andıran taş ocakları oldu.

                                                      (Medyadan alıntı)

Böyle bir sorunu olan köylüler buna ne derece ses çıkarıyor bilmiyorum,artık bağı bahçeyi
bırakıp bu taş işçiliğine soyunurlar:(
Milletin efendisi olmak yerine , taş ocaklarının işçisi olurlar.


Neyse,yolunuz buralara düştüğünde Atatürk Anıtını mutlaka görün.
Yorulup dinlenmek isterseniz ,buz gibi soğuk şerbetler , sıcak çaylar içebileceğiniz bu köy
çaybahçesi(Köyüm Cafe) sizi buralarda ağırlayacak güzel mekanlardan biri.
Buranın  fotoğraflarıyla
kapatayım yazımı .
Güzellik hayatımızdan eksik olmasın, bize verilmiş en güzel hediye olan
doğayı yok etmeden, faydalanalım,
 dileklerimle...


Çevremiz..

 05 Haziran Dünya Çevre Günü dolayısıyla eski bir yazımı paylaşıyorum. Malum şu aralar Marmara denizindeki müsilaj (deniz salyası)  en önemli gündem maddemiz. Çevre felaketi. Çok şaşırtıcı, korkutucu ,belirsiz ,sıkıntılı,nasıl geçeceği, geçecek mi yoksa kalıcı bir hasar mı olduğu belli olmayan bir durum. Bu doğanın denizlerin bir isyanı belki. Sadece Marmara değil ki çevre sorunlarımız, ya diğer canım güzelliklerimiz ,kıymetini bilmeden hor gördüklerimiz. Onlar da isyan ediyor ama bir süre gündemde tutup sonrasında unutuyoruz.Muhteşem doğamızın kıymetini o kadar az biliyoruz ki, vatandaş olarak da sorumluluğumuz var yapılanı korumama konusunda; yönetim olarak da sorumluluğumuz var bozma konusunda:(  Marmara gözümüzün önünde can çekişirken , diğer güzellikler de yavaş yavaş insan eliyle acımasızca yok ediliyor.

Onlardan biri Salda Gölü. Benim fotoğrafladığım zamanlardan(çok değil sadece 3 yıl önce) çok çok farklı şimdi medyadaki resimleri.  

Cumhuriyet gazetesinden alıntı

Yazık..Keşke doğal kalsaydı.
İyi ki o güzelim bozulmamış halini görebilmiş, bol bol fotoğraf çekmişim.


SALDA GÖLÜ 29.Mayıs 2018

Yıllardır orada durup dururken, sosyal medyanın birdenbire popüler yaptığı gerçekten insanı başka bir gezegene mi düştüm, hissine kaptıran bir köşe;
 Salda Gölü,
ki toprak yapısı, Mars gezegenine  benzermiş,rivayet öyle.Bembeyaz, pudra gibi yumuşacık bir toprak göz alabildiğince uzanıyor.
 Salda gölünün etrafının tamamı ,bu yapıda değil.Lakin aşağıda gördüğünüz gibi diğer tarafları da şahane manzaralar sunuyor ziyaretçilerine.

 Toprağın bu bembeyaz görüntüsü içeriğindeki sodyum, magnezyum ve az miktarda kilden kaynaklı. Balçık bir yapısı var, çok yumuşak, ayaklarınızın gömülmesi ihtimaline karşı rehberimiz uyardı, lakin hava sıcaktı ve toprak kuruydu şansımıza ,batıp çıkmadan rahat gezdik.Salda gölünün turkuaz rengi, suyun temizliğinden ileri geliyor.Su o kadar temiz , o kadar parlak cam gibi ki hayran kalmamak elde değil.  Türkiye'nin en temiz, dünyanın da sayılı temiz göllerinden.


 Salda gölünün suyu yarı tuzlu , gölün etrafında plajlar var, suya girilebiliyor.
Fakat çok derin bir göl.185 m derinliği ölçülmüş. Salda gölünün de sularının çekilmekte olduğunu da ,üzülerek öğreniyoruz bu gezimizde.
Gölün etrafı karaçam ormanlarıyla çevrili. Salda gölünün kıyısında kurulu Yeşilova beldesi ünlü yazar Fakir Baykurt'un da doğduğu yer, memleketiymiş.
Salda gölü sosyal medya tarafından bu kadar meşhur edilip , popülerliği artınca ziyaretçileri çoğalmış, hatta bir kaç yıldır  Elektronik Müzik Festivali düzenlenir olmuş .Ufak kamping alanları kurulmuş. Birde olmazsa olmaz yerli ürün satışı yapan, çay demleyip, gözleme pişiren ahali gölün civarına konuşlanmış.Otopark kurulmuş, hemen bir çarşı pazar havası yaratılmış




QUO VADİS?

 
Okumak için  tereddütle seçtiğim bir kitaptı ''Quo Vadis? '' Öncelikle kitabın ismini oluşturan sorunun ne demek olduğunu inceledim. Quo Vadis?   Nereye Gidiyorsun?
demekmiş. Bir efsaneye göre, Hıristiyan Ermiş Peter, Roma'daki Neron'un zulmünden kaçarken yolda karşılaştığı İsa Peygambere ''Quo vadis,Domino?''(Nereye gidiyorsun Efendim?'') diye sorar .Bu sorunun cevabı sonrası da Peter  kaçmaktan vazgeçip, gerisin geriye Roma'ya döner. Bu  hikaye hem romana adının vermiş hem de romanın son sayfalarına ,gelişen olaylar içerisine yerleştirilmiş. Roman daha çok maneviyat ve hıristiyanlığın Roma'da ilk yaygınlaşmaya başladığı Neron dönemi ve tek tanrılı bir dini benimseyenler üzerindeki Neron'un gazabını, uğradıkları türlü işkenceleri anlatsa da kitabın en güçlü başka bir yönü içinde barındırdığı  aşk öyküsüdür. Ki bu aşk öyküsü ile harmanlanmış İmparator Neron dönemi Roma'sı, kitabı bir solukta, heyecanla okumama neden oldu.
 
Konusuna gelince;
Olaylar Roma İmparatorluğunun son dönemlerinde geçmekte. Göz kamaştıran bir zenginlik içerisindeki Neron ve Soylular ahlaksız, inançsız, duygusuz,günlük hayatın zevkleri içinde kaybolmuş bir hayatın içerisinde yaşamaktalar.  Neron dönemi şatafat, sanat, zenginlik, güzellik üzerine kurulu gibi görünse de aynı zamanda acımasız, kanlı, vahşi ,ahlak anlayışının,inancın olmadığı bir düzen. Herkes ölümün ucunda yaşıyor. Zariflik Hakemi soylu Petronyus Neron'un en yakınındaki kişilerden. Yeğeni Vinikyus  ile yaşadığı Roma'da, bir gün bir soylunun evindeki şölende ülkesinden rehin alınmış Ligya Kralının kızı Prenses Ligya ile tanışıyorlar. Genç Vinikyus Ligya'ya görür görmez aşık oluyor.  Ligya'yı elde edebilmek için, o zamanın kuralları gereği, türlü oyunlar çevirmesine rağmen bunu başaramıyor. Gözden kaçırdığı şey , o zamanlar çok tanrılı bir dönem yaşayan Roma'da tek tanrıya inanan bir inancın yavaş yavaş gizlice yayıldığı ve Vinikyus'un delicesine aşık olduğu güzel Ligya'nın da bu dine inancı kabul ettiği oluyor. Roma'da çılgın  Neron'un Roma'yı yaktırıp kül etmesi ve bu yangının Hıristiyanlar yüzünden çıktığına halkı inandırması ile yanıp yıkılmış Roma'da kanlı, vahşi akıl almaz bir katliam başlıyor. Soylu Vinikyus' da kavuşamadığı aşkı uğruna ,olduğundan bambaşka bir ruh haline bürünüp,  hıristiyanlığa  geçiyor, Ligya'yı bu katliamdan ,atıldığı karanlık zindanlardan kurtarabilmek için canını dişine takıyor. Olaylar çılgın İmparator Neron'un sonunun gelmesine kadar gidiyor.  Neron'un saradaki şölenleri, Roma  yangını, arenalardaki işkenceler öylesine canlı, kanlı adeta kalemle resmedilmiş ki kitapta , sanki görmüş kadar etkilenmenizi sağlamış yazar .(Bundan sonra antik tiyatroları gezerken içim bir ürperir kesin)
Romanda geçen karakterlerin bir özelliği de gerçek karakterler olması. Mesela İmparator Neron, dönemin yazarlarından Petronyus, soylu genç Vinikyus, komutan Tigellinus ve bunun gibi pek çok karakter tarihte yaşamış ve roman karakterleri olarak kitaba dahil edilmişler..
  
Henryk Sienkiewicz (1846-1916) Polonyalı yazar 1905 yılında Nobel Edebiyat Ödülünü kazanmış. Yazdığı tarihi romanlar içinde Leh tarihi ile ilgili olmayan tek roman ve en büyük eseri olan ''Quo Vadis?'' kitabını 1895 de yazmış.

Quo Vadis?
Türkçesi ;Nihal Yeğinobalı
Sayfa sayısı;408

Not;Nobel Edebiyat Ödülü almış yazarların okuduğum eserleri serisinde, en beğendiğim, en sürükleyici, en güzel hikayesi olanlarda ikinci sırayı aldı Quo Vadis?.
.