Bayram Tebriği


 2022 Haziran ayı unutulmayacak hadiselerle dolu geçti benim için. Çok üzüldüm, çok bunaldım, çok şaşırdım tüm duyguları en uçlarda yaşadım. Nasıl geçti, anlamadım.Sonra Temmuz bir hızla geldi, tıpkı sahile vuran bir dalga gibi bazı şeyleri alıp, silip  geri götürdü. Herşeye alışan, bünye yaşananları hazmetmeye çalışıyor. Bilmem nerde duyduğum bir örnekteki gibiyim; Yolu geçtim ,navigasyon yeni rota oluşturuyor. 

2022 Temmuz umarım güzel şeylerle gelir. 

Yılın ikinci dini bayramı Kurban Bayramı başladı. Bu yıl niyetimizi bambaşkaydı, hayalimiz başka yerde olmaktı.Şu an evdeyiz. Bayramın ilk günü, sevgili okuyucular Kurban Bayramınız kutlu olsun. Neşeli, afiyetli, sıhhatli geçsin. 

Bakalım kısmetse biz de yarın yola çıkacağız. Şehirlerarası tatil göç trafiği biraz rahatlamıştır, diye umuyoruz. Bundan sonra telefondan yazabilirsem yazacağım, yoksa biraz mola olacak.

Şimdilik hoşça kalın, güzel günler bizimle  olsun.


Akdağmadeni Eski Kilise


Akdağmadeni  Yozgat'ın yemyeşil ,şirin , sessiz sakin bir ilçesi. Akdağ eteklerinde kurulu, çok eski bir yerleşim yeri olan ilçenin Akdağ olan ismi, dağdan çıkartılan çinko-kurşun gibi madenler , bunlar için kasabaya gelip yerleşen madencilerden dolayı'' Akdağmadeni'' olarak değiştirilmiş. Geçen günlerin birinde haberlerde Akdağmadeni ilçesinde adeta bir dolu felaketi yaşandığını izleyince, yakın zamanlarda orada olduğum aklıma düştü, tam zamanında ,şahane bir bahar havasında Akdağmadeni'nde  olduğumuzu düşünüp ,yörenin o sakin huzurlu havasından ve aklımda kalan popüler olmayan ,gördüğümüzde bize hayal kırıklığı yaşatan antik kilisesinden bahsetmek istedim. 


Yozgat gezimiz sırasında rehberimiz bizi Akdağmadeni Kilisesine götürmüştü.(ki kendisi de ilk kez ziyaret etmiş burayı, sora sora bulduk:)!)  Gördüğümüz manzara tam bir hayal kırıklığı oldu. Evet güzel, yemyeşil ,sakin bir ilçenin bir mahallesinde , tam anlamıyla harabe, bakımsız, terkedilmiş, defineciler tarafından hallaç pamuğu gibi oyulmuş ama hala ayakta kalıp tarihe tanıklık etmekte olan bir yapı. 
Biz kilisenin içine girip dolaşırken bir köylü teyze geldi. Etrafdaki evlerden birinde oturuyormuş. Yapıya kim geldi diye merak etmiş. Evde oturuyordum, baktım gelenler var ? kimmiş dedim, dedi.
Nerden geldiğimizi? sordu. Şaşırmıştı. Arada gelenler oluyormuş. Özellikle seçim zamanı gelip burayı mutlaka onarmalı? falan diye atıp tutuyorlar, sonra unutuyorlarmış. Burası defineciler tarafından baya aranmış belli, duvarları yazılmış, içinde otlar bürümüş. Kötü halde. Oysa , hangi kurum ilgileniyorsa, biraz bakım onarım ile turist çekip hem ilçe insanına hem Yozgat'a faydalı olabilir. 
Biz biraz daha köylü teyze ile muhabbet edip oradan ayrıldık. Teyze neredeyse hepimizle ilgilendi, mahallesinin fahri rehberi gibi anlattı durdu. Bunun dışında bu geziden hepimiz buruk, şaşkın halde ayrıldık. Memleketimizin her karış toprağında tarihe tanıklık etmiş bir çok yapı var ve galiba çoğu bakıma ihtiyaç duyuyor. 

Ben Yozgat'ın Akdağmadeni eski kilisesi ile ilgili yazıyı ve resimleri buraya bırakıyorum. Belki ilerde bu yapı onarılıp, turizmin hizmetine sunulur. Sizlerde o halini görürsünüz.Kim bilir??

Boşlukta Sallanan Adam



Yazar; Saul Bellow (1915-2005) Kanada doğumlu Amerikalı yazar. Nobel Edebiyat Ödülünü 1976 yılında almış.

Boşlukta Sallanan Adam
Türkçesi ;Neşe Olcaytu
Sayfa sayısı;215

Roman ,kahramanımız Joseph'in 1942 yılının 15 Aralık ve sonrası 9 Nisan  tarihleri arası günlükleri şeklinde yazılmış .Savaş dönemi  askere çağrılmayı bekleyen ,başkaca bir işi olmayan Joseph , karısı İva, yaşadıkları pansiyon müşterileri, sığ akraba ilişkileri,Joseph'in düşleri, yaşadıkları, iç dünyasının ışığında kahramanın ağzından anlatılmış romanda. Çoğunluğu insan ruh hali ile ilgili bir dönem kitabı belki ama yine tüm usta yazarlarda olduğu gibi Saul Bellow'un da zamansız duygu ve ilişkilerle örülü bir anlatımı ve yalın bir dili var. Çeviri de kitabın rahat okunmasını sağlıyor.
Saul Bellow da okuduğum yazarlar arasına katılmış oldu.  Bakalım bundan sonraki hangi büyük yazar olacak?
Tüm okuyanlara güzel bir gün olsun.


Aşıklar Müzesi

 

Türkiye'de Amasya ili sınırları içerisinde bir Aşıklar Müzesi olduğunu biliyor muydunuz?
 2013 yılında açılmış olan müze de  Ferhat ile Şirin, Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı , Romeo Juliet gibi ünü yıllardan yıllara yayılmış, efsane olmuş aşk  hikayeleri üzerine sahneler sergilenmekte . 
Aynı zamanda ,Amasya ilinin meşhur aşıkları Ferhat ile Şirin'in temsili mezarları, dağ üzerine yapılmış heykelleri bulunan, Ferhat'ın Amasya'nın dağlarını delerek suyun gelmesini sağladığı kanalları görebileceğiniz, ardından da çay bahçesinde ,sıcak bir elma çayı içerek yol yorgunluğunuzu atabileceğiniz bir tesis, bir park burası.
Esas konumuz olan aşkın kahramanları olan Ferhat ile Şirin'in efsaneleşmiş, kulaktan kulağa yayılmış hikayelerine gelince;

Ferhat ,Amasya Sultanı Mehmene Banu'nun kızkardeşi olan Şirin'e sevdalı bir nakkaş ustasıdır. Öyle aşıktır ki bütün eserlerini onu düşünerek yapmaktadır.
Şirin ile evlenebilmek için Sultan'dan izin ister.Ama kendisi de Ferhat'a aşık olan  Sultan Banu, ondan hiç olmayacak bir şey ister. Çok uzaklarda dağların ardından suyu şehre getirirse, Şirin ile evlenebileceğini söyler.
Ferhat ,başlar elinde külünkle dağları delmeye.Aşığa dağ mı dayanır. Vurdukça vurur, kazdıkça kazar Ferhat. Kazmasının sesi dağlarda yankılanır.


Sonunda azmin elinden bir şey kurtulmaz ya, dağlar delinir, sular yolunu bulup şehre akmaya başlar. Suyun sesi şehirde duyulunca, Banu bakar ki kız kardeşi elden gidecek ,Ferhat'a;
-Hala ne uğraşırsın Şirin çoktan öldü, deyince, Ferhat'ta kahrından çıldırır, kendini kayalardan aşağıya atar.
Şirin de hasretle beklediği Ferhat'ın öldüğünü öğrenince, kederinden aynı yerde kendi canına kıyar.


Efsane bu ya, her yıl birbirine kavuşamadan ayrılan bu iki aşık gencin mezarında sevdalılar için bir gül açarmış, ama aralarında mutlaka bir kara çalı bitermiş.
Gökten üç elma düşmüş.
Biri bana,
biri sevgili okuyucuya,
bir diğeri de hikayeleri mutlu sonla biten tüm sevenlere olsun.


Not; Müze giriş ücreti 10 TL 
2022 mayıs ayı.

Mübarek Toprak


Nobel Edebiyat Ödüllü yazarlara ait okumalarımda Pearl Buck(1892-1973) en sevdiğim yazarlar arasına açık ara ilk sıralara yerleşti. Yazarın daha önce okuduğum ANA isimli romanı (tık tık)  ve Mübarek Toprak isimli bu romanı okunmaya değer, zamansız konulu  kitaplardan. 

Mübarek Toprak
Türkçesi; Nihal Yeğinobalı,
Sayfa;389

Bazı kitaplara başlarsınız ve elinizden bırakmak istemezsiniz, içine alır götürür sizi, kahramanla beraber o hayatı yaşamaya başlarsınız. Bitmesin istersiniz ama her hayatın olduğu gibi kahramanın da hayatının bir sonu vardır. Mübarek Toprak, Çin'de yaşayan Wang Lung isimli bir rençberin belki hayatta hep örneklenen, başarı öyküsü diye anlatılagelen dipten başlayıp yükselen, zirveye çıkan ve orada sona eren bir hayat öyküsü. 
Yaşlı babası ile yaşayan , geçimini topraktan sağlayan Wang Lung zamanı geldiğini ve çok yalnız olduğunu düşünüp evlenmeye karar verir. Köyün en zengin konağından gidip bir köle kız alır.  O-lan isimli bu kızcağız çirkin mi çirkindir ama bir o kadar da çalışkan , sessiz ,akıllı,uysal bir kızdır. Kölelikten kurtulduğundan mı nedir Wang Lung için deli divane olur. O-lan ile yaptığı evlilikten sonra Wang Lung' un hayatı rahata,bolluk berekete kavuşur. Beraber çalışırlar , O-Lan üç erkek evlat verir Wang Lung'a. Hırslı bir insan olan Wang biriktirdiği paralarla gidip köyün en zengin konağından bir de yeni tarla alır. Daha çok eker, daha çok kazanır, biraz daha toprak alır. Bu arada bir de kızı olur. Ancak kız çocuğu, kendine özgü bir ruh halinde doğar, diğerleri gibi değildir. İşler terse dönmeye de o sene başlar. Kıtlık gelir memleketlerine. Köy halkı ile birlikte Wang Lung ve ailesi de telef olurlar adeta. Açlıktan ölmek üzere iken güneye büyük kente göçmeye karar verirler son bir can havli ile ..
(heyecanla geçen devamı  romanda:)
***
Mübarek Toprak  adlı romanda ezeli ve evrensel bir konu olan toprak işlenmiş. İnsanların topraktan gelip toprağa dönecekleri konusu üzerine kurulmuş , kendi toprakları sayesinde yokluktan varlığa ulaşan ama yine de huzuru tam anlamıyla bulduğu söylenemeyecek olan çiftçi Wang Lung ve ailesinin bir ufak tarla ile başlayıp ,şehrin ileri gelen bir sülalesi olması yolundaki yükseliş hikayesini,bir adamın çalışkanlığını, bir kadının sabrını, başka bir kadının ihtirasını, baba evlat ilişkilerini ve Çin'in diğer insanlarını anlatıyor. 

Pearl Buck Amerikalı bir yazar olmasına rağmen Çin ve Çinliler ile ilgili romanlar yazmış, onlara hayranlığını kitaplarında dile getirmiş. Dünya çapında bir yazar olmasını da Çin ile ilgili buluyor ,kendi ağzından söyledikleri;
''Koleji bitirdiğim zaman kendimi bir kara cahil buluyordum.'' diyor.'' Roman yazmak istiyordum ama,yazamayacağımı,yazabilecek hale henüz gelmediğimi hissediyordum.''

Peki kendini bu kadar acz içinde gören birisi nasıl dünya çapında bir yazar olmuş, ne vesile olmuş buna derseniz yine Pearl Buck'ın  cevabı;
''On yıl Çin'de kaldım. Bu on yıl içinde savaş alanlarının ortasında o güne kadar kimsenin ayak basmadığı yerlerde yaşadım. Çok şey gördüm, çok şey öğrendim. Sonra, bir gün, artık roman yazabilecek hale geldiğimi hissettim.''

Tavsiye edebileceğim , çok beğendiğim kitaplardan birisi oldu.

******

Bu postu yazdığım gün;
19 Mayıs 2022 perşembe.
19 MAYIS ATATÜRK'Ü ANMA GENÇLİK VE SPOR BAYRAMIMIZ kutlu olsun.
MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'ÜN ve silah arkadaşlarının ruhları şad olsun, onlara her daim minnettarız.
Kalbimizde..

kısa bir ada mola..


İstanbul'da mı hayat zorlaştı, yoksa genel mi bu durum, bilemiyorum. Seyrettiklerimizden, okuduklarımızdan, gördüklerimizden mi? Halbuki şu günler, mayıs ayının ortaları buraların en güzel havalarını yaşatır genellikle. Yumuşacık ,huzur kokan , ılık hava evlerin içinin soğuğundan iyidir. Tüm kışın havasını içine sindirmiş duvarlar henüz ısınmasa da dışardaki yumuşacık hava ile ciğerleriniz bayram eder adeta. Ağaçlardaki yapraklar en canlı, en taze yeşili ile süslenmiştir. Hava ve doğa şahanedir okuyucu. Ama ruhu karartmak için sebep öyle çok ki bu güzellikleri görmeden geçip gidiyor gibiyiz. Her şeyi normalleştirmeye alışmış bir vatandaş modeli olup çıktık. Resimde örneği görülen ada vapuru/şimdilerde çoğunluk ada motoru/  32.- TL olmuş vatandaş. 15 dakikalık yol 32.- TL. Varsa İstanbulkartın bir tık daha ucuz. Adada biraz gezelim, sadece güzelliklerini görelim derseniz o eski faytonların yerine konulmuş içi daracık 6 kişinin tıkıştığı ve üstelik ada turu yaparken etrafınızı ancak ufacık camdan görmeye'' çalıştığınız'' minibüsümsü araçlar bile 26.-TL olmuş. Tek değişik yanı kadın şoförlere emanet edilmiş olmaları. Üstelik üniformaları ada hayatına göre çok resmi kalmış ama belki yazın daha rahat kıyafetlerle çalışıyorlardır. 
Ah! adalar ,güzel adalar, İstanbul'da bir vaha, adalar başka bir dünya, adalar İstanbul'da doğanın tek tük saklı kaldığı nadir yerlerden. Daha güzel , daha bakımlı ,daha temiz tutulabilir oysa. 
Yine de iyi ki var..  


GÖÇEBE



Nobel Edebiyat Ödüllü yazarlardan  yine bir Knut Hamsun(1859-1952) eseri.
GÖÇEBE
Türkçesi; BEHÇET NECATİGİL (1916-1979)
Sayfa;448

Knut Hamsun'ın   Göçebe romanı üç bölümlük büyük bir romana verdiği genel isim. Birinci kitap Sonbahar Yıldızları Altında 1906'da, Hüzünlü Havalar 1909 'da, Son Mutluluk 1912'de yazıldı.  Üç kitapta hikayeler  Knut Hamsun'un gerçek ismi olan Knud Pedersen' in  ağzından anlatılmış. Yazar kitabı ellili yaşlarında yazmış. Şöyle önemli, kitabın kahramanı da Norveç'in büyük şehirlerden bıkmış, kendini tabiata, kırlara ,ormanlara vermiş hülyalı ,orta yaşlı bir adam. Gençliğinin geçtiğinin farkında hüzünlü ve melankolik yalnız birisi. Uzun yollara çıkıyor ve rastladığı çiftliklerde mevsimlik işlerde çalışıyor. Odun kesiyor, ufak tefek tamiratlar yapıyor. Bu arada kendi iç dünyasında bir arayış içinde, kaybolan gençliğinin avareliğinde , yaşlılığın yaklaşmakta olması ,tek başına kalmak onu çıkmazlara soksa da yol boyu edindiği arkadaşlıklar ona etrafındaki insanları ve tabiatı  gözlemleme imkanı sunuyor.
  İlk kitapta ve ikincisinde evliliğin zorlu konusunu işlemiş yazar, kahramanın gözünden. Kendi yalnızlığının yanında çalıştığı çiftliklerde karşılaştığı kadın ve erkeklerin ,silik hayatları ve onların evliliklerindeki mutsuzluğu görmesi, onu yalnızlığın karşısında teselliye değil daha hüzünlü havaya sokmuş. Knud ikinci kitapta ilkinde olduğu gibi kadınlar üzerinde de yoğunlaşıp çözümlemeler yapmış lakin sonuca vardığı, bence ,söylenemez. Üçüncü kitapta kahraman artık iyice olgunlaşıp hayatın yaşlanmaya başlayan kişileri kenara ittiği, kendi yalnızlığı ile baş başa bıraktığı gerçeği ile kabullenişe geçiyor, anlayamadığı hayatı göçebelikle sona doğru yol almaya devam ediyor. 
.
Diğer Knut Hamsun eseri;  AÇLIK (tık tık) 

Usta yazarın okunmasi gerekli iki klasik ve muhteşem kitabı. Su gibi akan, derin ,insanı düşünmeye sevkeden, hayatın gerçeklerini bir bir göz önüne seren ,dönemler içinde  değişmeyen insan tabiatı ile şaşırtan, sıradan, basit insan hikayelerinin anlatıldığı kitaplar hele ki Behçet Necatigil'in tercümesi ile okumak  çok güzel.

Ekmek ...

 

Hayat zorlaştı sevgili okur. Üstelik çok pahalı. Yürüyüş yaparken cadde üstündeki çok işlevli  fırının, siyah camlı pencerelerle çevrili kafe kısmını geçip,  pasta mamülleri vitrininin yan köşesine dizilmiş bol susamlı, yumurtalı pidelerden alalım dedim;

-Tekli mi olsun abla?

-Evet, bir de tam buğday ekmeği.

-Keseyim mi abla?

-Kes /kardeş/ kes bakalım.

Zor çalışan ekmek kesme makinasının başında bekleyip ekmekleri kesti;

-Pidenin yanına olur mu abla? 

-Olur.

Fırının markası yazılı ,iki tarafı açık ince kesekağıdının içindeki pidenin yanına kesilmiş ekmekleri koydu, hepsini bir torba yapıp verdi

-Kaç lira?   

Malum her fırında, her bakkalda, markette farklı farklı fiyatlar var.

-17,5 Tl abla..

On beş lira çıkarmıştım tahmini, cüzdandan bozuklardan iki buçuk lira daha çıkarıp verdim. Vay canına!

Eve dönüş yolumun üzerinde Halk Ekmek büfesi var. Aslında oradan Halk ekmeğin organik ekmeğinden alacaktım lakin gelirken çok kalabalıktı,  sıra vardı, dönüşte sıra daha da uzamıştı. Elimdeki ekmek torbasını saklamak ister gibi bir hissiyata girdiğimi hissetim. Hızlı hızlı geçtim büfenin önünden.

Üç gün sonra;

Çarşıda işlerimi halletmem lazım. Arabaya yer bulmak zor oluyor, zaten kullanmayı da sevmiyorum bu trafikte. Minibüse bindim. En son 4TL idi ;

-bi lira daha varsa abla.

Bir lira verdim;

-varsa yirmi beş kuruş daha, yoksa canın sağolsun abla..

Kardeş peşin söylesene, veresiye yazıyorsun. İndi-bindi beş lira yirmi beş kuruş olmuş. Gelirken tren/Marmarayla geleyim dedim içimden. Kartal meydanı düzenlemesi yapılıyor ,ortalık berbat ötesi. Kaldırımlar, yollar delik deşik. Çalışmalar bir an önce biter inşallah. İstasyona giderken yine tam kaldırımın üzerine  bir Halk ekmek büfesi kondurmuşlar. Hiç sıra yok, hatta kimsecikler yok, Gidip bir organik ekmek alayım dedim. En üst rafta dört tane dizili. Satıcı bey uzanıp verdi. Kaç lira ,dedim.

-on üç buçuk, dedi. /Ablasız şükür/  Şaşırdım yine. Bak şimdi fırından aldıklarım, bu ekmeğin yanında ucuz kaldı.  Ucuz olanlar inan olsun sandviç ekmeği kadar, elbette beşer onar alır insanlar. Bu organik olanlarda büyük sayılmaz dört kişilik bir aile için hele oldukça küçük.

Bunları neden mi yazıyorum? Çünkü hayat aşırı pahalı sevgili okur. Bir ekmek bile çok pahalı. Hala ziyan edip çöpün kenarlarına koyanlar var. Oysa ekmeğe ayrı bir duruşumuz vardır/dı, nimettir, yerde görsek alıp kenara koyarız, hatta üç kere öpüp başımıza koyarak büyüyen nesiliz. Tabi bunları bizden sonrakilere aktarıyor muyuz? Bilemem.. 

Ağız tadımız bol olsun.

Havuçlu ve Tahinli Kek


Sevgili okur, güzel bir kek tarifi buldum 💐instagramda . Aklıma yatan ve evde malzemeleri hazır olanları deniyorum, beğendiklerimi devamlı yapılabilirler listeme ekliyorum. Bu kek tarifi de onlar arasına girdi.  

İşte malzemeler;
*3 yumurta,
*1 çay bardağı  şeker( 5 çorba kaşığı +,-)
*yarım çay bardağı pekmez,
*1 bardak tahin,
*1 bardak süt,
*2 bardak un (6 dolu dolu çorba kaşığı)
*1 bardak dövülmüş ceviz,
*1 tatlı kaşığı tarçın
*3 bardak ince rendelenmiş havuç( yaklaşık 3 orta boy havuç)
*kabartma tozu
*portakal kabuğu/limon kabuğu rendesi)
***bardak ölçüsü;orta boy çay bardağı)

******
Önce fırın 180 derece ısınmaya alınır. Fırın ısınırken içine bir kap içinde cevizler konularak azıcık kavrulması sağlanır. /Bu apayrı bir lezzet veriyormuş, bundan sonra tariflere konulan cevizler bu muameleye tabi tutulabilr/ Sonra fırından çıkarıp, öğütülür. 
Yumurta ve şeker ve pekmez iyice çırpılır. İçine tahin ilave edilir, çırpmaya devam. Süt ilave edilir çırpmaya devam.
Kuru malzemeler; un+kabartma tozu+tarçın karıştırılıp sıvı malzemelerle bir kaşık yardımıyla harmanlanır. 
En son portakal kabuğu rendesi+ havuç + ceviz ilave edilir , yağlanmış kalıba boşaltılır. Biraz yoğun kıvamlı bir kek hamuru oluyor. 180 derece alt-üst ayarda ısıtılmış fırında 30 dakika gayet güzel pişiyor. Tabi diğer meyveli kekler gibi bu kek de çok çok kabarmıyor ve hafif ıslak bir dokusu oluyor.
İyice soğuyunca servise hazır hale geliyor sevgili havuçlu ,tahinli, cevizli kekimiz. 
Ağız tadı ile yenilsin


******Evet kekler ki genelde ben de ılık severim, ama  iyice soğuyunca  tam tadını bulur ve kek kalıbından daha rahat çıkartılır. Bu da bu tarifteki püf noktamız olsun.

          💐@bengikurtcebe

İvan Denisoviç'in Bir Günü


Aleksandr Soljenitsin, (1918-2008) tarihleri arasında yaşamış Rus Yazar.
Okumaya devam ettiğim Nobel Edebiyat Ödülü alan yazarlar arasına, 1962 yılında yazdığı ;
''İvan Denisoviç'in Bir Günü'' adlı kitabı ile katıldı. 
Aleksandr Soljenitsin yazar olmazdan önce, Sovyet Ordusunda görevliymiş.(1939-1945) 1942 yılında yüzbaşı rütbesi ile katıldığı 2.Dünya Savaşında cepheden gönderdiği mektuplarda, Stalin ile ilgili yazdığı eleştirilerden dolayı 8 yıl hapis cezasına çarptırılıp bir ceza kampına gönderilmiş. Oradan çıktıktan sonra da siyasi suçluların bulunduğu Kazakistan'da bir başka kampta 3 yıl daha kalmış. Ayrıca ''İstenmeyen Kişi '' ilan edilip sürgüne gönderilmiş.  Kazakistan'da öğretmenlik yapmaya başlayan yazar, bunca badireden sonra bir de kanser hastalığına yakalanarak tedavi görmüş. Stalin'den sonra Yeni parti Şefi olan Kruşçev, Stalin etkilerini ortadan kaldırma çalışmaları içerisinde, Soljenitsin'in de haklarını geri vererek ona ülkesine geri dönme imkanı tanımış. Bu dönemlerde yazarlığa başlayan Soljenitsin ,1962 de ''İvan Denisoviç'in Bir Günü'' isimli kitabını yazmış. Stalin dönemi çalışma kamplarını anlatan kitap ile dönemin takdirini kazansa da sonrasında yazdığı kitaplarla tekrar hedef haline gelmiş ,ülke dışına çıkma yasağı konmuş, Yazarlar Birliğinden de çıkarılmış.  1970 yılında aldığı Nobel Edebiyat Ödülünü ancak 3 yıl sonra alabilen Soljenitsin ,1974 yılında Sovyet Vatandaşlığından çıkartılmış. Ta ki 1991 yılında Gorbaçov'un yurttaşlık haklarını geri verilmesi ve sürgünün kaldırılması ile ilgili kararına kadar ülke dışında İsviçre'de , Amerika'da yaşamış. Vatandaşlığı geri verildikten sonra 1994 yılında Rusya'ya dönebilmiş. Hayatı sürgün ve cezalarla dolu olan Aleksandr Soljinetsin, 2008 yılında Moskova'da baba evinde hayata veda etmiştir.

Okuduğum baskıda yazarın üç öyküsü bulunmakta; 
(Kitabın Türkçesi; Mehmet Özgül)

İvan Denisoviç'in Bir Günü ; 1941 de savaşla birlikte evinden ayrılıp, 1951' de hala evine dönememiş , kendini bozkırın ortasında bir çalışma kampında hükümlü bulan İvan Denisoviç'in ceza kampındaki bir gününü anlatan  hikaye. Bir tek gün sabahtan akşama kadar bir ceza kampında en anlatılabilir ki demeyin 164 sayfa da gayet ayrıntılı anlatılmış.

Kreçetovka İstasyonunda Bir Olay;  Savaş zamanı , o zamanlar çok önemli bir ulaşım aracı olan tren istasyonunda görevlendirilmiş teğmen Zotov'un yaşadığı olaylar üzerine kurulu bir hikaye.
Üçüncü ve benim en çok etkilendiğim ise;
Matriyona'nın Evi;  Kocasını savaşta kaybetmiş yaşlı Matriyona köyde herkesin acıyarak baktığı, kimsenin hakkınde konuşmadığı bir kadın. Köye gelen öğretmeni evine kiracı olarak almak zorunda kalıyor. Kimseye bakacak gücü olmayan kadının geçmişe dair sırla dolu yaşam öyküsü ancak bir tren kazasında hayatının kaybettikten sonra açığa çıkıyor. 
Üç öyküde de Aleksandr Soljenitsin, yaşanılan zor, acınası, dayanılmaz yaşam şartlarına bir şekilde uyum sağlamış insanların acı dolu yaşamlarından kesitler anlatmış. Savaş ,insanların neden olduğu,birbirlerine eziyet ettikleri  en dehşet verici olay. 

Kitap şöyle bitiyor;
..Değil yalnız her köyde, her şehirde, bütün dünyamızda onu ayakta tutan, doğru bir insan vardır ve Matriyona böyle insanlardan biridir, hem de ta kendisidir....

/Yalnız kitapta doğru insan olan olarak geçen Matriyona'nun sonu,hatta baştan beri hayatı, hiç, hem de hiç iyi olmuyor./

Bir kelime daha öğrendik; vorteks..

 

Oysa tam da blog (header )başlık için bahar çiçeklerini çoşku ile açmış olan ağaçları seçmiş ve kendi emeğimle donatmıştım ki, ismine Aybar denilen kar fırtınası geldi oturdu koca şehrimize. Şehir zaten iki gün önceden kapatmış kendini, evlerde bekleşmekte, canhıraş şekilde ''geldi, geliyor, ordan girdi burdan çıkacak '' diye feryat figan edilen hava durumu haberlerini takip etmekteydi. Sanki kar, koskoca şehre ilk kez uğrayacaktı , ne bu telaş ya hu!!

Öyle de güzel yağdı ki meret, lapa lapa, rüzgarla birlikte gezine gezine ,harika bir kar şöleni oldu.  Çocuklar şen şakrak sitenin araba girişindeki yokuşundan naylon torbalar ve leğenlerle gece yarılarına kadar şen kahkahalarla kaydılar, kartopu oynadılar, maaile fotoğraflar çekildiler, kardan adamlar yaptılar. 

Mutluluk güzel şeydi, insanlar bunu özlemişti..


adı memleketten, tadı çikolatadan.


Selamlar,
koskoca Şubat ayında hepi topu tek bir yazı yazmış olmamın kendimce sebepleri var elbet. Lakin bu kadar olaylı gündemde, benim gibi nacizane  sade bir  insanın günlük sıkıntıları, sevinçleri, mutluluk  ve yahut endişeleri ne kadar önem arz eder ki. Gerçi tek bir insan ne yapabilir?  Tek bir insan dünyayı değiştirebilir mi? Tabi ki evet. Bakınız o tek, o ''mühim'' insanların  hepsi, o elimizden düşmeyen ekranlardan, gözlerimizin içine içine bakıyor.  Şapkadan tavşan çıkartırcasına ,hoop! bir anda çıkmaz denilen savaşı çıkarıyorlar. Hani bu yıl 2022, çook muhteşem olsundu, salgın bitsindi!! Peki, bitti dediler, nisanda bitecek dediler, hafifledi dediler. Tamam o bitti de ,savaş mı çıkarın yerine denildi. Hiç mi rahat yüzü görmesin bu gariban, bu sade, bu hiç olan insancıklar. Zaten memlekette salgın bitti bitecek diye cebelleşirken, bir yandan fatura derdine düşmüştük, yılbaşından beri gözlerimiz ayçiçek yağı bir yandan, benzin fiyatları bir yandan buna bağlı her şeyin fiyatları bir yandan, fenalıktan fenalığa geçiyorduk ki savaş yan komşumuzda bitiverdi. Gerçi alt komşulardan alışıktık alışmasına da bu sefer zengin ve kibirli ve insan haklarını hep savunur görünür taraflarda  olunca bu olay, biraz ürkütücü oldu.
Yani insan, her yerde,her zamanda aynıymış. Dili, dini, rengi ya da yaşadığı dönem ne olursa olsun maya aynıymış, huyu suyu değişmiyor, savaşı illa ki bir yerlerde yaşatılmak istiyormuş. Ne yazık!

Sade vatandaşlar , bizim gibi hiçler, fikirleri bir oydan öte yansımayanlar, ekmeğinin derdinde olanlar kendi yağıyla kavrulanlar ,öylece yaşayıp/belki de yaşamayıp/ dursun,diyorlar. Bir gün ellerinde, içine ne sığarsa onu koydukları ,bavulları ile yollara düşebilirler, kimse bize olmaz demesin ,sadece şimdi pastamızı yiyip kahvemizi içiyoruz diye, sıcak evlerimizde mutluyuz diye,'' an'' itibari ile mutluyuz diye gelecek ''an''lar da ne olacağımızı biliyoruz, sanmasın. 

İşte bu epeydir  ilk olan yazım aslında en sevdiğim Uludağ pastası yanında sade kahve ile başlamıştı. Tatlı tatlı  konuşalım, diye. Derin derin nefeslenip yeniden pastaya ve tam tadındaki sade kahveye döneyim. Uludağ pastası ,adı memleketimden, tadı çikolatadan, krokandan.
Sevgili beyimle yıllar yıllar önce  Ulus'taki Pelit pastanesinden alıp yerdik. Bizim için nostaljik bir tat. O zaman tek kümbet şeklinde, çikolata sosu üzerine ayrıca verilir şekilde satılıyordu. Şimdi baton pasta haline gelmiş , dilim halinde alınabiliyor. Her şey gibi pasta da değişmiş. Belki tadı bile farklı.

Ve bir keşke geliyor;
 keşke hayatta ki her gün böyle tadı yerinde geçebilse..Huzur ve barış  hep olsa. 
Ne güzel olur muydu?..

iki film

 Haftasonu için  yumuşak, ruh dinlendiren, gülümseten, hafif göz yaşartan iki film seçip izledim. 


''Babamın Kemanı'' vakit ayırmaya değer bir film. Eskileri bilenler ya da  takip edenler  film başladığında ;''aaa! bu bizim Ayşecik filmlerine benziyor '', diyebilir. Tıpkı '' Ayşeçik'' filmlerinin günümüz versiyonu gibi başlayan filmde, bol keman dinletisi, sıcak aile sevgisi, iyi yürekli dostlar hatta sokak çalgıcılarını kovalayan zabıtalar bile var. Sokak çalgıcısı olan babası ölünce, kimsesiz kaldığı için zengin ve fakat mutsuz keman virtüözü amcasının yanında yaşamak zorunda kalan küçük bir kızın hikayesini anlatan filmde , Engin Altan Düzyatan ve Belçin Bilgim başrolleri paylaşıyorlar. Film hafta sonu için gayet ideal .


Yukarıda bahsi geçen ''Babamın Kemanı ''filmi aşkın olgunlaşmış halini anlatırken, ''Aşk Taktikleri'' isimli film, aşkın gelişmekte olan ilk halini konu edinmiş. Demet Özdemir ve Şükrü Özyıldız'ın başrollerini paylaştığı filmde, aşka inanmayan Aslı ile Kerem  arkadaşları ile bir bahse tutuşurlar. Şöyle ki istedikleri herhangi birini kendilerine aşık edebilecekler, bu onlar için çok kolay olacaktır. Taktikleri gayet iyi biliyorlardır. İşte bu iddia sonucu tesadüfen tanışan Aslı ile Kerem  birbirlerine kendilerini aşık etme çaba ve taktikleri ile ilgili komik ,çekildiği yer olan Kapadokya itibari ile romantik  bir aşka doğru yelken açarlar.

Babamın Kemanı 'nda olduğu gibi, bu filmde  her dönem işlenen klişe bir konu etrafında , günümüz yıldızlarınca oynanıp, filme aktarılmış seyirciye sunulmuş. 

Evet, fazlaca taklit olmuş olsa da hafta sonu eğlenceli vakit geçirtebilecek türde iki dijital platform filmi bırakmış oluyorum buraya. Çünkü gündem ve günlük hayat zorlamaları karşısında, arada böyle filmler iyi gelebiliyor.

 

********


dünkü yarışma ve bugünkü pazar


Ruşyena blogunda gördüğüm Ocak ayı fotoğraflarından kolaj oluşturma etkinliğine iştirak ettim. Ocak ayında pek fazla fotograf çekmemişim. 6 resimlik bir kolaj oldu.

İnstagramda takip ettiğim hesaplardan Bengi Kurtcebe de gördüğüm  bir bisküvi pastası yaptım. Süslemesi iyi olmadı ama tadı muhteşem oldu. 
Aslında bildiğimiz bir tatlı şöyleki;
 kremasını yap, bisküvileri süte batır diz, aralara beyaz krema sür, muz dilimle/olmasada olur/ en üstünü de çikolatlaı sosu yay. Koy buzdolabına 2-3 saat sonra ye afiyetle.
Gece Maske Kimsin Sen ? Yarişmasını izledik. 
Favorim Aslan. Burcumdan dolayı Aslan, bir de böyle şatafatlı altın sarısı renkler beni çeker. Futbol takımında da Aslan simgeli takım taraftarıyımdır.  Yarışmaya katılsam kesin bu kostümü seçerdim.  
Genç ve çocuk grubuna girmiyoruz ama aileyiz. Bu yarışma bizim aile kurumumuzun milli ve manevi değerleri ile herhangi bir sorun içermiyor. Şarkılar ,danslar jürinin atışmaları falan normal geliyor, bu maskelerde de bir mesaj içeriği görmüyoruz./Görenler ne görüyor bi anlatsa/   Ama mesela öğlen kuşağındaki aile sorunu diye anlatılan birbirinden çarpık , dengesiz, şaşırtıcı ilişkiler bizim aile kurumuza uygun değil, seyretmiyoruz, geçiyoruz o kanalları. 
Bu programı da öyle yapsınlar , sakıncalı bulduğunuz programı geçme şansı var artık. Eski zamanlardaki tek kanallı TV dönemleri bitti çoktan. Binbir çeşit , her keyfe göre , her uğraşa göre, her aile kurumuna göre kanal var. 
Değil mi ama?

hadi bakalım..

 Bir sene öncesinden bizim buralardan  enstantane bir video dursun burada..


Yürüyüş yapmayı özlediğim doğrudur. Seni tutan mı var? derseniz yok tabi. Kendimden başka:)

Karamsarlıktan uzak olsun bu haftasonu. Bir de  Şarkı falı tuttum ,bu şarkı çıktı   Zamanımıza pek de uygun oldu doğrusu..


Laf ı Güzaf

 


Sabah'' tınn tınn ''gelen mesajla açıldı gözlerim. Hayırdır dedim, sabah sabah. Meğer Valilik özel araçlarla dışarı çıkışı yasaklamış. Belediyede bize mesajla iletiyor.Trafik felç olmuştu dün gece ,o kadar çok kar yağışı aldı ki yollar kapandı. İnsanlar  mahsur kaldı. Haberlerde izledik. Tabi bu niye dün geceden alınmış bir karar değil , anlaşılamadı!

İstanbul'da kar demek ,cefa demek. Sefasını belki çocuklar sürüyordur, gerisi boş laf. Evinde oturup sıcak çayının tüten dumanını flulaştırılmış arka planda çekebilirsin, cam kenarında oturup dışarısını izleyebilirsin,  sıkı sıkı giyip bürünüp karda yürüyüşe çıkabilirsin , selfiler çekersin. Kar yağışının romantizmini yaşayabilirsin.

 Evine ulaşabilirsen!


İstanbul'un yağmuru sorun, kar yağışı sorun, lodosu sorun, sis sorun. Yani öyle sanıyoruz. Gerçekte ne İstanbul sorunlu ne de olması muhtemel , içinde yaşadığımız dünyanın gayet normal hava durumları, kar ,yağmur, sis tabiatın devinimleri, adı üzerinde ''doğal olaylar, doğa olayları'' 

Sorun; tedbir almayan/alamayan, her seferinde insanlara mağduriyet yaratan  insanların bizzat kendileri. Kim yönetiyorsa şansınıza, o ya da bu, fark etmiyor. Bu kaçıncı kar ve kaçıncı çile.

 Çile bülbülüm çile..


Herkese güzel günler..

neydi ,ne oldu?


Burası  apartmanlarla dolu sokaklarımız arasındaki vaha .Mahallemizin  parkı. Zeytin ağaçları çoğunlukta, arada çamlar ve bir iki meyvesiz badem ağacı, akasya ağacı,tam köşede de incir ağacı var. Eskiden bizim buralar bostandı.
Evet ,verimli topraklarında türlü sebzenin yetiştiği , domates, biber, pırasa ekilen, bostan kuyularının serin suyu ile sulanan geniş sebze bahçeleri ile yemyeşildi.. Sonra işte malum şehirleşme. Kuyular köreldi, suyu kaçtı, tarlalar apartmanlarla doldu. Kartal'ın dışı sayılan yer şu an hala gelişmekte. Her boş alana bir bina ,hadi eskiden apartmandı, şimdi gökdelen dikilmeye başlanan  değişmekte/gelişmekte mi bilemiyorum/ olan bir mahalle..

Onun için yeşil kalan bu toprak parçası çok kıymetli. Baharlarda ,yaz aylarında analar babalar çocuklarını salıncakta sallar, mahallenin oğlan çocukları en köşede çimleri kuruyup  kelleşmiş alanda plastik renkli topun peşinde tek kale maç yapar, yaşlı beyler banklarda bastonlarına dayanıp muhabbet eder, market dönüşü kadınlar, lise çıkış gençler bankların kısa süreli müdavimi olup geçerler. Öğle arası caddedeki bankaların memurlarının,  nefes alma, dinlenme yeri olur . Hep hareketlidir mahallenin parkı. Sadece insanların değil tabii ki. 
Şurada, tam kırmızı bankın orada yeşil muşambadan çatısı olan derme çatma kulübe parkın köpeğinin yuvası. Tam orta yerde yatar kendisi. Oradan etrafa mukayyet olur,  gelen gideni kolaçan eden pencere önü teyzelerini hatırlatır.
Sarı bankın orada dolaşanlar ise diğer canlılar, karga ve kediler. Dalların tepelerinde serçeler. Aynı mamanın peşine düşmüşler, kedi kapmış mamayı gerçi de kargalar sotalanmış bekliyor, kalan ne varsa artık. Herkes ekmeğinin peşinde. 

İyi ki var parkımız, bu muhite göre çok daha geniş bir alanda olmasını isterdik lakin bu bile gözümüzü şenlendiriyor. Etrafta başka yeşil yok. Ne yazık ki.

Bu da Mandalinalı Kek. 
Çok fazla meyve yiyemiyoruz ama sevgili bey pazardan ,mandalinaları çok güzel görünce ki gerçekten güzel sulu, çekirdeksiz ince kabuklu mandalinalar,bolca almış.Ziyan olmasın diye kek ile de değerlensin istedim.
Refika'nın Mutfağı'nda gördüğüm bir tarif. Tabi birebir uygulamadım. Kendi ''yorumumu kattım''
Bildiğiniz anne keki aslında, süt ya da yoğurt yerine mandalina suyu ilaveli;

*4 yumurta,
*1 su bardağı toz şeker,
*5 mandalina+ yarım limon suyu,mandalinaların kabuğunun rendesi
*yarım bardak sıvıyağ,
* 2 su bardağı un,
*bir avuç kadar kırık fındık(bence ceviz de yakışır)
*vanilya, kabartma tozu
Hazırladığınız kek hamurunu
40 dakika 180 derece önceden ısıtılmış fırında pişirin. Çay yanına kek iyi gider, hele soğuk günlerde.

Ağız tadıyla geçecek bir gün dilerim.

bu günlük..

                                                                    2018 kış manzarası.

 İstanbul'a kar gelecek dediler ,çarşamba günü, gelmedi. Yere düşmeden salına salına biraz atıştırdı sadece. Soğuk dersen ; o keskin nemli, insanı çarpan  soğuğu var. Bu sabah güneş açmış,adalardaki evlerin camlarına öyle bir vurup parlatmış ki alev parçası gibi görünüyor bizim sahilden. Gökyüzünde pamuk şeker rengi bulut parçaları, iç açıcı bir gün olacak, umarım.

 Korona salgını almış başını gidiyor, hiç dışarısı çıkasım gelmiyor sırf bu nedenle. Evladımın ev arkadaşı ,3. aşıyı yeni olduğu halde ,kendini iyi hissetmeyince yaptırdığı test ile ikinci kez korona pozitif olup karantinaya girdi. Moral bozucu haberler. Salgın almış başını giderken Sağlık Bakanlığı yeni kararlar açıkladı.Sosyal medyada birileri özet çıkarmış bu kararlardan;


Eve kapanmak bu aralar daha doğru gibi, zorunlu işler dışında tabii.Bir de soğuğun katkısıyla zaten ev beni iyice çekiyor, evcimen ruhum iyice kendini ortaya döküyor. Kitaptan ,elişine, yemekten,youtube a derken  hoop bakıyorsun akşam olmuş. Yürüyüşü bile ihmal ettim, bu fena kısmı. 

Ama bugün bedensel tembelliğe son verip bu güneşin soğuk soğuk baktığı günde biraz yürüyüş yapılacak, sahil olmasa bile mahalle çarşısı turlanacak. Bir de kek pişireyim diyorum. Mandalinalı falan. Tavsiyeler üzerine başladığım MAİD dizisinin de iki bölümü kaldı, o da bitsin artık.

Hoşça kalın..

tatlı tatlı

Kadıköy'e gitmeyeli uzun yıllar olmuş gibi geldi ki olmuştur mutlaka. Geçen gün izlediğimiz bir youtube videosunda dikkatimizi çeken aşağıdaki resimde ismi görünen Asuman Tatlıcısına rastlayınca içeri girip birer Asuman tatlısı yedik. Kapısında kuyruk oluyormuş, tat olarak lezzetli ve dükkan olarak  şık ama  kuyruğa girmek için çok tatlısever olmak lazım. 
Ben değilim. Tam tersi tam bir tuzlucuyum. Bana börekle ,pide,pizza ,lahmacunla gelinsin. Onun için Asuman'da sıra olsa beklemezdim.
Ama çikolataseverler için şahane bir yer. Çikolata kokulu kolonyaları bile ver masalarda. 
Söylemeden geçmeyeyim aşırı fiyatlı bir yer. İki tatlı iki sade kahveye ne kadar vermiş olabiliriz ki?
çok verdik  çok:)
Asuman'dan aldığımız enerji ve serotonin etkisi ile Kadıköy'ü epey bir gezdik. Dar sokaklarının şık kafeleri, küçücük sevimli lokanta ve barları akşama hazırlıklarını yapıyordu.  

Nergisler, kasımpatları türlü türlü çiçekler, yemlenen güvercinler, arada tıyır tıyır geçen nostaljik tramvay, okuldan çıkan liseliler daha neler neler. Kadıköy bir zamanlar tüm sokaklarını bildiğim, alışveriş yapılacak denilince ilk aklıma gelen yerdi.Her bütçeye göre çeşitli giyim kuşam mağazaları vardı. Sinemaya bile Kadıköy'e gelirdik.  Hele Salı pazarı vardı ki her hafta uğramadan geçmezdik diyebilirim. 
Şimdi de güzel de; o eski halinden eser yok şimdi..
Tabi bizim de:)
Her yere bir renk katılmış, bir de üzerine yazı yazma huyundan vazgeçebilsek.
Köşeyi dönünce karşıma çıkan ahşap sanat eserleri, şahaneydi.
Bitişik nizam apartmanların boş kalan duvarları grafitilerle bezenmiş, sadece apartman değil pek çok boş duvarı grafitiler süslemiş. Bence kırık dökük tuğlalı, badanası bozuk duvarlara hep böyle resimler yapsınlar.

bir hafta biterken..

 Sağımız solumuz her yanımız yine pozitif çıkıp hasta olan kişilerle dolu. Bir de test yaptırmaktan korkup, öyle böyle hastalığı geçirenler var ki belki de gripler belki omicron, bilemiyoruz. Geçen yolda yürürken yanımdan geçen bir hanımkız, telefonda ısrar kıyamet birilerini davet ediyor; mutlaka gelin, bak bekliyoruz , falan diye. Yanımdan geçti gitti. Dedim şöyle illa gelin, mutlaka bekliyoruz diye tereddütsüz epeydir kimseleri çağıramadım ben :(  Zaten ufacık bir aileyiz, onlar dışında hep bir acabalı gezmeler ,ya kaparsaklı görüşmeler falan.  

Neyse bakalım bu sene bitecek gidecek pandemi ,diyorlar, muhtelif bilim adamları. Olumluya inanmaktan yanayım.

İşte yine evlere kapandık diye, kendimizi dizilere sarmış halde bulduk biz sevgili bey ile;

HELLBOUND (1 sezon)

                                                Bilinmeyen bir zamanda geçiyor.. Zebanilerle dolu, korkutucu)


EMİLY İN PARİS(2 sezon)

                                                  Paris'te geçiyor.. (Lüks ve Paris ve aşk)


THE SILENT SEA (1 sezon)

                                                Ay'da geçiyor... ( Ayda su varmış meğer ama içilmez su,maalesef)


Bir yandan oturup dizi  izlerken boş durmadım tabii ki. İki günde örülüp bitecek bir bere bu. Eldiveni de var,ona başladım şimdi. Dizi izlerken el işliyor, iyi oluyor. 



hoşbulduk.

 

Yeni yıl, yeni hafta. Bakın şimdi bunu yazdık ya hop bir bakarsın koca yıl bitmiş. Çocuklar küçükken, yarıyıl ya da yaz tatiline girdiklerinde havalara uçarlar, çocukluğun upuzun günlerine ,oyuna ,sokağa çıkmalara, arkadaşlarına hayallenirlerdi. 

Oyunbozan anne durur mu?;

-'' aman vaktinizi iyi değerlendirin göz açıp kapayana geçer bu tatil'' ,diyeceğim tutardı. Bizim hazır cevaplar durur mu peki?Asla. Biraz küskün ,biraz kırgın, gözlerini açıp açıp kapatır,

-'' geçmedi bak, hani geçerdi geçmedi işte ,geçmedi ..''diye dönenirlerdi oyunbozan annenin etrafında. Tabi sonunda ,oyunbozanlığı kenara koyup,sarılıp şapur şupur, koklaya koklaya  öpen bir ana oluverirdim.

(Şimdi yanında bulda sarıl yanaklarına. Sitemkar oldum,geçelim bunu)

Bir ara yağsa da ,parçalı bulutlu lodosun ısıttığı bir İstanbul yeni yıl haftasına başladık. Bir gece rahat ettikten sonra daha sabahına zam zam zam diyen haberlere kulak tıkayıp, iki gün Cem Yılmaz'dı Yılmaz Erdoğan 'dı ,Ata Demirer 'di Güldür Güldür 'dü , Maske Kimsin Sen yarışmasıydı, O Ses Türkiye'ydi, Şarkılar Bizi Söylerdi gibi gibi ne kadar komedi ve eğlence programı varsa  izleyip bünyeyi neşe ve kahkaha, şarkı türkü  ile doldurduk.

Şimdi esas soru bu bizi ne kadar idare edecek? 

Kim bilir?