güle güle yazısı..

 

Bugün 31 Aralık 2020 . Günlerden perşembe. Bir 365 günün daha sonu. 2020 yılı herhalde yakın zamanlarda, dünya ahalisinin birbirini en çok anladığı yıl,olarak seçilebilir. Tüm dünya aynı dertten muzdarip , tüm dünya çaresiz. Bu şekilde kötü hatırlanan ilk yıl değil, son yıl da olmayacaktır. Dünya için felaket senaryoları ile dolu romanlar okuduk, filmler seyrettik, sonunda kendimizi de böyle bir gerçek yaşamın içerisinde buluverdik. Hayatımızın maskeli olacağı, birbirimizden uzak durmak için çaba göstereceğimiz, hasretler içerisinde, özgürlüklerimizin bu sefer kendi sağlığımız için kısıtlanacağı aklımıza bile gelmezdi. Şimdi yaşıyoruz. Çocuklarımız okula gidemiyor, parklarda bahçelerde arkadaşları ile oyunlar kuramıyor. Yaşlılarımız yalnız. çoğu insan kendi kabuğuna çekildi. Yine tüm dünya insanları olarak, bir an önce  aşılama başlasa , bu dertlere bir nebze çare olsa umuduyla beklemedeyiz. Tabii ki aşı bu salgını bir anda bitirmeyecektir, kendi ülkemiz açısından yeterli aşı miktarına bile sahip olmadığımız gibi henüz aşılama da başlamadı. Aşı konusu tartışmaları yılın son günlerinde, hastalığın seyrinin takibinin bile önüne geçti. Aralık başından beri , ha geldi, ha gelecek beklemedeyiz. El aleme muhtaç olunca hep böyle olur. Yine maskeli ,mesafeli günleri 2021 yılında da yaşayacağız, hepimiz kendi sağlığımız için, kendimizi elimizden geldiğince koruyacağız.


2020 yılı , şahsi, ailevi ,özel  dünyalarımızda,  yaşamlar ,şartlar farklılaşsa da kendi halinde yaşandı, gitti. Üzeri buz tutmuş, nehirin altında akıp duran sular gibi. Sevindik, üzüldük, ağladık, güldük, bir yerlere gittik, geldik. Yedik,içtik. Sağ kalanlara hayat bir şekilde devam etti. 


2020 'e  umutlu başlamıştık. Her yıla umutlu başlarız. Her yıl da bizi zorlayacak bir sürü şey olur. Bizi sevindirecek de bir çok şey olur. Hayata veda edenler olduğu kadar , hayata yeni gelenler de olur.  2020 yılının da insanlık tarihinde,belli başlı değişikliklerin başlangıcı olarak önemli bir yıl olarak yer alacağını düşünüyorum. 


2020 yılı sırasını savdı gidiyor. Sırada 2021 yılı var. Umarım mutlu, sağlıklı, huzurlu günlerimizin çok olacağı bir yıl olur. Bizi güzel, aydınlık günler bekliyordur, diye hayal ediyorum. 

İyilerle/iyiliklerle  karşılaşacağımız, yüzümüzün güleceği , sağlıkla geçecek, şifa dolu  bir yıl olsun..  Tıpkı bu yılın son günlerinde Aralık ayı olmasına rağmen bahar güneşi ile ısınan bu güzel havalar gibi Genelde her yılsonu kar, soğuk, yağmurla griye bürünmüş bir İstanbul manzarası olur ama bu yıl sıkıntılı geçen günleri unutturmak istercesine , umut vadedercesine lodosun getirdiği masmavi , ılık , güneşli bir hava var. Yeni yıl da böyle güzel geçsin..

Okuyan herkese mutlu yıllar diliyor, selam ve sevgilerimi sunuyorum..

Ağaç Ev Sohbetleri #71

 


KONU; Sizin için mutluluk nedir? Mutluluk sürekli olarak elinizde tutabileceğiniz bir şey mi?

Konu sorusunu soran;  Mr.Kaplan 

Mutluluk ;sevinmektir. Mutluluk, gülümsemektir. Mutluluk, haz duymak, keyif almaktır.  Mutluluk ,sevmektir, sevildiğini bilmektir. Bir çok şekilde tarif edilebilir.Benim dualarımda en çok dilediğim dilek, mutlu olmaktır sanırım. 2020 yılı için sağlık ön plana çıkmış olabilir tabi, ama sağlıklı olmakta bir mutluluk nedeni değil mi zaten. Mutluluk bulunması zor bir hazine  değil aslında, her yerde karşımıza çıkması muhtemel, her an yaşayabileceğimiz bir duygu sadece. En acı anımızda bile, bir an iyi bir şeyler düşünüp, içten gülümsediğimiz olmamış mıdır hayatta?

Gerçi bazısı dünyaya karamsar bakmak için gelmiştir, bu da inkar edilemez. Sevinicem diye, ödü kopar. Bunun için laflar icat etmiştir.''Çok gülme, ağlarsın'' gibi ,mesela. Bazısı ise  iyimserdir. Bunun yaşanılan şartlarla birebir ilişkisi olduğunu da düşünmüyorum şahsen. Bu yaradılış, karakter meselesi. Yalınayak dışarlarda neşe ile dolaşan, kendilerine türlü oyunlar yaratan şen şakrak çocuklar varken ,bir yanda da üstü başı pırıl pırıl, anası babası yanında ,her şeyi olup somurtup duran, ağlayıp sızlanan çocuklar var. Büyükler içinde geçerli aynı durum. Kimi bir eli yağda ,bir eli balda,oturursun yanına derdi anlatmakla bitmez, kimi de onca yoklukta sıcacık, huzur dolu kelimelerle, pırıl pırıl bir yüzle şükreder, güzel şeyler düşünür. Demek ki içinde bulunduğumuz maddi yaşam değil de daha çok kalp, beyin ,ruh durumumuz belirliyor mutluluğumuzu. 

  Mutluluk anlık bir iyi görüş, iyi hissediş sadece. Kısa süreli. Ama bu şey gibi, çok lezzetli bir yiyecek yersiniz de tadı o an size şahane gelir ve o leziz tat uzun süre ağzınızda kalır. Üzerine bir şey yemezsiniz, tadı gitmesin diye. İşte öyle. Sizi kısa bir an mutlu eden şeyin etkisi uzun olur, ondan sonra yaptıklarınızı, hissettiklerinizi değiştirir, daha olumlu daha yaratıcı, daha yapıcı olursunuz. Daha çok gülümsersiniz. Bir kere mutluluğun tadını alan, her şeyde sevinecek bir şey aramaya başlar. Bu bir alışkanlığa dönüştükçe de daha çok mutlu olacak şey görmeye , her olumsuzluğun aslında  gülümsetecek başka şeylerin başlangıcı olabildiğine inancı da artar insanın. 

Sonuç olarak mutlu olmak da diğer tüm insani duygularımız gibi yaşamamız gereken bir duygu. Belki en çok yaşamamız gereken,hayat boyu en çok ihtiyacımız olan  duygu.  Mutlu insan, bu duygusunu ,bir şekilde başkalarına da bulaştırır. Mutlu insanların yaşadığı toplumlar/topluluklar/aileler daha huzurlu olur.

Mutluluk anlarınızın, gülümsemenizin, sevincinizin,keyfinizin bol olduğu günler diliyor, yazıma noktamı koyuyorum.

Elmalı Tatlı

Haftaya tatlı başlamak için;

3 adet elmayı dilim dilim doğrayıp, yağlanmış küçük boy cam tepsiye dizin. Elmaların üzerine 2 çorba kaşığı tozşeker, 1 çay kaşığı tarçın, vanilya karıştırıp serpeleyin.1 çay bardağı cevizi de üstüne ufalayıp,verin fırına 20 dakika kadar 160 derece de pişsin. 

1 yumurta, 1 çay bardağı süt, 1 çorba kaşığı tereyağ, 1çay bardağı  pudra şekerini ,4 çorba kaşığı(dolu dolu) un ve 1/2 paket kabartma tozunu mikserle 1-2 dakika çırpın, koyu, boza kıvamında bir karışım oluyor.(varsa 1 çay bardağı krema da ilave edebilirsiniz)

Fırından aldığınız elmaların üzerine bu hamur harcını döküp, tekrar fırına verin.20 dakika daha 16 derece de pişsin.

İşte altında pişmiş elmalı tatlısı, üzerinde  yumuşacık keki ile mis gibi bir Elmalı Tatlı.

Ağız tadıyla, sağlıkla,afiyet olsun..

Kelime Oyunu 4


 

Kelimeler; Yeşil, Şiir, Baharat, Yol, Sabah

Kelimeleri Seçen ;Hanife Ertaş  


Parlaklığını yitirmiş, siyah deri ceketinin içine iyice büzülmüş halde, lokantadan içeri girdi. İçerisinin yanık yağ kokulu havası boğucu ama sıcaktı. Pencere kenarındaki  masaya oturdu. Buradan yol gayet rahat görünüyordu. Minibüsü park ettiği yeri  görebilmek için camdaki buğuyu ceketinin koluyla hafiften sildi. Garson genç ,elindeki rengi kaçmış süngerle masayı önce köpürterek sildi, sonra havlu bir bezle kuruladı;

-'' Buyrun abi'', dedi bıkkın bir sesle. 

-''Genç ,şöyle sıcak bir çorba getir, kaynar olsun..''

-''Tamam abi,'' dedi garson ,masadan uzaklaştı. 

Muhittin içerisinin sıcaklığında gevşedi. Garson çorbayı bıraktı masaya. Dumanı tütüyordu, yanındaki limonu bolca sıktı. Masada sıra sıra dizilmiş baharat kutularının kapaklarını gözden geçirdi. Bir tanesinin kırmızı  biber tanelerine bulanmış kapağını açıp içindeki ufak kaşıkla, bolca biber alıp çorbaya kattı. Sonra karabiberliği alıp serpeledi. Ama içi rutubetlenen karabiber, akmakta direniyordu. Biberliğin tebesine vurup tekrar salladı. Oldum olası bol baharatlı severdi yemeklerini, özellikle çorbaları. İlk kaşığı ağzına götürdüğünde ,çorbanın çok lezzetli gelmesine hiç şaşırmadı. Yol üzeri lokantaların sabah çorbalarının üzerine başka çorba tanımazdı. Üstelik uzun süredir direksiyon sallamıştı ve çok açtı. Yeşil kapaklı plastik ekmek kutusundan  bir dilim ekmek alıp çorbasına doğradı. Karnı doymaya başlayınca, masanın üzeri çizik çizik olmuş mika koruyucusunun altında  sıkıştırılmış ,üzeri notlarla dolu kağıtlar dikkatini çekti. Ufak ufak şiirler yazılmış, süs olarak masalara konulmuştu.Şiirden çok kamyon arkası yazısı gibiydiler,komik geldi bazıları. Bir iki tanesine daha göz gezdirirken ,dışardan gelen şangırtıyla Allah!!! diye ,yerinden fırlaması bir oldu.  Gözü hemen ekmek teknesine gitti . Olduğu yerde duruyordu, kabaran içi ferahladı. Neydi o gürültü öyle, kapıdan bakan garson;

- ''korkma abi geri geri gideyim derken kaldırımdaki çöpe bindirmiş kamyonu..'' 

Gözü minibüsünde ağzını sildiği peçeteyi boş tabağın kenarına bıraktı. Ödü patlamıştı. Daha kredi taksitlerinin yarısını ödemediği ekmek teknesine bir şey oldu sanmıştı, sanması bile kalbini hoplatmaya yetmişti. O sırada telefonundan gelen sesi duydu ,iç cebinden çıkardığı telefonu açıp, sert bir 'alo' çekti. Ama karşi tarafi   dinledikçe, yüzüne kocaman bir aydınlık yayıldı, gözleri doldu yanakları kızardı. --''Iyiler mi ''dedi, 

-''sağol anam, allaha emanet olun, varolasin,öpüyorum ellerinden, selametle'' ,deyip telefonu yine iç cebine koydu. Patron herkese benden çorba, diyesi geldi, burası orası değildi ama. Kendi kendine güldü. Hesabı ödeyip çıktı. Garsona bahşişi yüksek tuttu. 

 Karnı doyup, müjdeyi de alan Muhittin'e buz gibi hava bile pek güzel geldi.Derin derin nefes aldı. Az önce çöp konteynırına çarpan kamyoncu ,etrafına toplananlarla durum değerlendirmesi yapıyor, ahlanıp vahlanıyordu. Yolda olmak zor, ekmek parası için direksiyon sallamak hepsinden zor. Kazası ,belası var bu işin böyle. Minibüsün içine girip aynada asılı nazar boncuğu ve minik bebe patiğini  düzeltti. Bir kaşık düşmanı daha geldi sofraya, çalış Muhittin ,ha babam de babam çalış. Dedesi derdi o lafı kadınlar için. Güldü gevrek gevrek,'' kaşık düşmanı olur mu Muhittin, prenses o prenses.Çok şükür Allahım'' Duasını edip, kontağı çevirdi. Şiir misali serili bulutlar altında, yeşil ormanlar içinden geçen memleket yolları, onu beklemekteydi.





Haftasonu

 

Bu sabahtan bizim evin camından dışarısı böyle görünüyor. Hafif bir sisle kaplı denizin üzerine, tül bir örtü serilmiş gibi. Trafik sesi yok , martılar her zamanki gibi çığlık çığlığa bağırıyor. Bu gün etraf sessiz,çünkü bir kaç haftadır olduğu üzere hafta sonu sokağa çıkma kısıtlaması var. Gerçi saat 10.00-17.00 arası alışveriş yerleri açık, bu nedenle de eline bir poşet alan dışarda dolaşabiliyor. Hava da fena değil. Yine de şu an dut yemiş bülbüle özenmiş ortalık. Dut yiyen bülbül mideyi fena bozarmış ve ötemezmiş:) Sağlık sorunları nedeniyle sesi çıkmazmış garibin.İşte biz de bu haldeyiz. 

Tek bir horoz sesi duyuyoruz hafta sonu sessizliği içerisinde martı ve karga seslerine ilave olarak. Şaşırıyoruz , çünkü sadece beton ve yüksek binalarla dolu bir mahalledeyiz ki, neredeyse hiç birinin bahçesi yok. Kim nerede besliyor bilmiyorum. Ama onun öğleye doğru uzun uzun ötmesini duymak farklılık yaratıyor. Ekabir de kerata ,şehir horozu olduğunu belli ediyor, ötme saati kuşluk vaktini buluyor:) Cılız bir ses fakat binalardan yaptığı yankılanma ile coşku içinde haykırıp duruyor. 

Öğle oldu bile; 

Bugün EKMEKÇİ KIZ 'da okuduğum usulde kestane pişirdim. Gerçekten sokakta satılanlar gibi ,kesilen yerlerinden hemen açıldı kestaneler,soyması da çok kolay oldu. Ekşi maya Evlat (Ayvalık'ta annemin yaptığı mayanın yavrusu ,gerçi baya büyüdü kendisi ama adı evlat yine de)  ile de bu kez tost ekmeği için hamur yoğurmuştum dünden. Bu gün onu da pişirdim, geçen seferkine göre daha fazla kabardı, dışı çıtır, içi yumuşacık, dokusu dolu dolu oldu.


Akşam oldu bile;

Bu akşam ki dizim; Kefaret. Zeynep (Nurgül Yeşilçay) kaçırılan kızı Elif 'i arıyor. Eski Komiser Sinan'la(Mert Fırat)  birlikte.Yalnız hala Sude' mi, Cansu 'mu Zeynep'in gerçek kızı çözemedik. Sanırım son verilere göre Cansu gibi, ama o çocuklar nasıl karışmış anlaşılmıyor ,henüz. Zeynep'in kocası Doktor Ahmet'in(Yurdaer Okur)  başına gelen de pek güzel oldu, iki kere '' ohhh!!!'' çekesimiz geldi bizim de.

Gece yarısını geçtikten sonra, bitişik komşuya ambulans gelmeyeydi ,sıradan fakat güzel bir günü uğurlayacaktık da. İşte. Ambulans geldi.Beyaz giysili değillerdi, uyku sersemi dikkat ettiğim bu oldu. Sanırım her daim böyle gelmiyor ambulans çalışanları. Komşuyu alıp gittiler. Anlayamadık, covid nedeniyle mi, yoksa başka bir nedenle mi?  Üzüldüm,uykum kaçtı,düşüncelere daldım; ay nasıl bir durumdayız ,kapıyı çalıp kimse kimsenin derdini soramayacak hale geldik. Bulunduğumuz muhit hala kırmızı, çok yüksek riskli görünüyor. Bu nedenle komşunun covid olma olasılığı var, şifalar diliyorum,tüm hastalara. 

Maskeli, mesafeli, sağlıklı bir hafta diliyorum. Çünkü bu haftabaşı haberi; virüsün mutasyona uğradığı, İngiltere'de yeni bir tipin ortaya çıktığı, Avrupa'nın bazı ülkeleri ile uçak seferlerinin geçici olarak durdurulduğu gibi berbat bir haberdi. Çoğu ülke tam kapanıyor, biz yarım.



3-Köyde Çocuk; Mehmet

 


''Babamla tarla maceralarımız çoktur. Yine bir gün ,dip ağıllara su sulamaya gittik. Tarlaya mısır, fasulye gibi mahsuller ekiliydi. Kırmızı tüylü, huysuz bir atımız vardı. Babam tarlayı sularken bana da atı otlatma işini verdi. Tarlanın kenarlarında çok güzel otlar var, bende atın yularından tuttum oralarda atı otlatıyorum.  Babam tarladaki işine dalmış. Benimde elimde atın yuları, at yerdeki otları yemekle meşgul.  Bir taraftan atı otlatırken ,bir taraftan can sıkıntısından ıslık çalıyorum. Fifuvv, fifuvv! Hava sıcak zaten, canım sıkılmış,hayallere dalmışım. Artık o ara nasıl olduysa, atın ıslıktan kafası mı şişti, ıslık çalmamı mı beğenmedi ,neyse işte beni göbeğimden, tam kemerimi bağladığım yerden ağzıyla yakalayıp tuttuğu gibi, üç beş metre öteye taa tarlanın içine fırlatması bir oldu. Bir yandan kişniyor, kafasını sallıyor. Benim canım öyle çok acıdı, öyle çok yandı ki haykırışıma babam işi gücü bırakıp, apar topar koşarak yanımda bitiverdi. Atın ısırdığını söyleyip can havliyle karnımı gösterip ,bir yandan da ağlıyorum. Karnımı açtık, neyse ki dişlerini etime geçirememiş, sadece deriyi sıyırtmış. Tarlada arktan akan soğuk suyla kanayan yarayı yıkayıp, temizledik. Ucuz kurtulmuştum. Babam atı yularından tutup, az ilerde bir ağaca ayağından bağladı. Beni biraz sakinleştirdikten sonra, sen biraz dinlen ,diyerek,beni kenarda bırakıp  tarladaki sulama işine geri döndü.  Çocukluk işte acım azalınca yine sağda ,solda oynamaya ,dolaşmaya başladım.  Ata kızgınlığım geçmemişti, hiç bir şey yapmamış gibi kenarda duruyordu.Kaşlarım çatık onu izliyor, etrafında döneniyordum.Yaklaşmaya da pek cesaretim yoktu. Ufak bir taş alıp alıp ata fırlattım. İsabet etmedi. At hala sakin sakin duruyordu.Küçük bir taş alıp tekrar fırlattım. Bu kez biraz daha hızlı attığım taş ,bir anda atın gözüne isabet etti. At kişneyip huysuzlandı. Ben kalakaldım. Sanırım gözü sakatlandı, bu hayatımın en vicdanını sızlatan olaylarındandır. Aslında niyetim canını yakmak değildi, öyle isabet ettireceğimi de tahmin etmemiştim. Çok üzüldüm, karnımın acısını unutup bu kez de onun için ağlamaya başladım. At kişniyor, ben ağlıyorum. Hala da ne zaman bir at görsem bu olayı düşünür, üzülürüm. Babam bu yaptığıma hiç bir şey demedi. Sanırım, benim bu olaydan hafif yaralı kurtulmam ,onu sevindirmişti.'' 

Babam'dan anılar..

2-Köyde Çocuk;Mehmet

bizim sahilin sonbaharı


Bugünlerde en hareketli halimiz ,sahilde yürüyüşe çıktığımız halimiz. İyi ki denizi doldurup ,ağaçlar, çiçekler, kediler ,kuşlar ve bizler için yer açmışlar. Yoksa güneş görmeyen sokak aralarında sıkışıp kalacaktık.

Ağaçların arasında rejisör sandalyelerimizi açıp, termosa koyduğumuz sıcak şekerli çaylarımızla yapacağımız keyiflerden, eksik kalacaktık. 

Hatta geçen gün, genç bir adam ve kadın ,işte bu tip yönetmen sandalyelerinden iki tanesini karşılıklı açmışlardı otlardan oluşan yeşil çimlerin üzerinde. Kocaman, altın sarısı yapraklı çınar ağacının altındaydılar. Ortalarında, yine bu sandalyelerle bir örnek masa vardı. Kadın, masanın üzerine kırmızı beyaz pötikareli ,uçları kısa püsküllü bir masa örtüsü yaymış, kahverengi kağıt bardaklarına da içeceklerini koymuştu. Ama en güzeli, masanın ortasına koyduğu çok da küçük sayılmayacak bir saksı içindeki, sıklemen çiçeğiydi. Fuşya rengi çiçek,genç çiftin hoş sohbetlerine ve etraftan görenlere aldırmadan ,küçük masanın üzerinde, kocaman endamıyla, denize doğru salınıp duruyordu. İlk başta bir gülümseme yaratsa da  çok romantik görünüyordu,kadın, erkek ve sıklemen çiçeğinin halleri.

Şu kenardan görülen kayaların üzerinde de yaz-kış farketmeden,mutlaka balık tutan birileri olur ve tabii ki birbirine sıkı sıkı sarılmış aşıklar:)Hatta soğuğa aldırmadan buz gibi sulara girmeye cesaret eden,yaşı haylice cengaver delikanlıları da görmeniz olasıdır. 
Kedileri hiç saymıyorum bile ,onlar daimi canlısı bu kayalıkların. Mutlaka kıyıya köşeye, bazen alenen ortalığa saçılmış kuru mamaları, ekmek kabuklarını, karga ve martılara kaptırmadıkları tek yer olan sahilde, keyifleri yerindedir sanırım. Farelerde varsa hele, oyunları da tamamdır artık.

Bisiklet yolları şimdilerde daha yoğun bir trafiğe sahip, hem spor yapanlar, hem belediyenin bisikletleri ile kısa mesafeler arası gidip gelenlerle dolu. Bisikletçiler,takım halinde, antreman için sahil yolunu oldukça sık kullanıyor,özellikle haftasonları  çok fazla rastlıyoruz. Bir de son yıllarda onlara eklenen, Martı yani elektrikli ''scooter'' var. Onlarda da en çok Titanic deki sahneyi hatırlatır şekilde iki kişi binenlere dikkat kesiliyorum. Sanırsın Leonardo DiCaprio kollarına Kate Wınslet'i  almış, son sürat gidiyor.
İşte bizim buralar böyle;
Sarı yapraklarla bezenmiş yollarda, son parlak halini yaşayıp, pek de ısıtamayan güneşin altında;
Banklarda oturanlar ,tek başına kulaklıkla müzik dinleyenler, birlikte yürüyen yaşlı çiftler, neşeli genç kızlar, delikanlılar, ellerini ardına bağlamış dertli dertli yürüyenler, hızlı hızlı telefonda konuşanlar, kulaklıkla konuşmayı adet haline getirenler/ki bana kendi kendine konuşuyormuş izlenimi verirler/ yaprakları toplamaktan, sahili temizlemekten yorulup molaya oturmuş çalışanlar , hepsi hepsi maskeli, mesafeli ve düşünceli...

Uyandırılmış Toprak

Nobel Edebiyat Ödülü sahibi yazarlara devam. İşte Kasım ayında okuduğum kitap ve yazarı;
1965 yılında Nobel Edebiyat Ödülü alan yazar Mihail Şolohov (1905-1984)
''Durgun Akardı Don'' adlı ünlü eserinden sonraki ikinci büyük eseri ''Uyandırılmış Toprak'' romanıdır. Bu eserini  28 yılda bitirmiştir. Ülkemizde 1965 yılında Nobel Edebiyat Ödülünü aldığı sene yayınlanmıştır. Okuduğum kitabın
Türkçesi; Leyla Soykut tarafından yapılmış.

1930'lu yıllarda Kazak köyleri arasında kolhoz çalışmaları tüm hızıyla yürütülmektedir.(Kolhoz;Ortak tarımla uğraşan birlikler) Romanda işte bu kollektifleştirme hareketi hikayesi,  Kazak köyü  Germyaçiy Log köy halkı üzerinden anlatılmaktadır. Burada yaşayan Kazak köylülerinin bir kısmı kolhoza katılmak isterken ,bir diğer kısmı gizliden gizliye karşı çıkmaktadır. Partinin (SovyetlerBirliğiKoministPartisi) adamı Davidov tüm bu olup bitenle mücadele halindedir. Sık sık değişen parti uygulamaları toprakları ortak kullanma, ortak yaşama geçme konusunda, bir çok sıkıntı yaratmaktadır.

Rus edebiyatının önemli romanlarından biri ''Uyandırılmış Toprak'' . 1930'lu yılları o dönem Rus ve Kazak halkını ,yaşam tarzlarını, siyasi çekişmeleri anlatan eser, Leyla Soykut tarafından yapılan çevirisiyle, ağır ve bize yabancı bir ortamı anlatmasına rağmen , gayet rahat okunuyor.                                                                    1.cild; 508 sayfa.
          

2-Köyde Çocuk; Mehmet

 

pudraşekeri'mblogspot

'Bağ, bahçe, tarla ekimi dışında köylüler hayvancılıkla da uğraşırlardı. Herkesin ahırında bir çift öküz,inek,at veya eşek,keçi, koyun bulunurdu. Köydeki evlerin alt kısımları hayvanların barınması için tanzim edilmişti. Bu kışın evin sıcak olmasını sağlıyordu aynı zamanda.Evlerin yan taraflarında da hayvanlar için samanlık yapılmıştı. Yaz geldiği zaman, köyün çobanları öküzleri ,inekleri ayrı,küçükbaşları ayrı ayrı olmak üzere ormanlara otlatmaya götürürdü. Akşam köye geri dönen hayvanlar,sanki üniversitede eğitim görmüşler gibi evlerini bilir, hayvanların gelme zamanı açık bırakılan avlu kapısından girerek ahırlarına giderler, kendi yerlerinde ayakta ya da yorulmuşsa ,yatarak akşam yemlerinin verilmesini beklerlerdi. Hayvanların her akşam boyunlarındaki küçük çanlarını şıngırdatarak otlamaktan gelip,evlerine dağılmalarını izlemek çok hoşuma giderdi. 

Bizim hiç koyunumu olmadı. Babam ne zaman koyun alsa kurtlara kaptırdık. Ondan sebep koyundan vazgeçip keçi almaya başlamıştık. Zamanın birinde Bursa'dan köye sayım memurlarının geleceği duyuldu. Herkesin büyük ve küçükbaş hayvanları sayılacak, kimin ne kadar hayvanı var tespit edilecekti. Köy yerinde yaşına başına pek bakmadan, küçük çocuklar her işe koşulurdu. Bu haber üzerine beni de davarları köye dönmeden önce saklamam için Kaldere'ye yolladı babam. Akşam karanlık olmak üzereydi. Hayvan sürülerini karşılayıp saklayacaktım. Gelecek memurlara karşı bir önlemdi bu. Kaldere'ye doğru giderken Bahri dedelerin orada benim yaşlarımda akranım olan,Yusuf Pehlivan'la karşılaştım. Çoğu çocuk gibi babası onu  da hayvanlar için ormana göndermiş. Çobana da haber edilmiş. Bahri dedelerin evinin yanından akan derenin karşısında Resul beylerin yayla evi var. Biz Yusuf ile o evin altındaki ağılda hayvanları beklemeye koyulduk.10 yaşlarında varız yoğuz.

Hava kararmaya başlayınca ikimiz de bir korku sarmaya başladı. Her taraf kapkara, sessiz. Memurlar duymasın diye hayvanların çanları da çıkartılmış, çıt yok etrafta..Issız gecede kurtların uluması duyulmaya başlayınca, o kadar korkmuşuz ki, birbirimize sarılıp ağlamaya başladık. Tam bu sırada dışarda ağaçların arasında sarı ,soluk bir ışık, sağa sola sallanmaya başladı, oraya buraya giden karartılar, sağa sola giden uzun kısa sopaya benzeyen gölgeler,değişik şeyler görmeye başladık. Yusuf; '' Eyvah!! cinler,periler,şeytanlar bastı ormanıııı, bizi öldürmeye geliyorlarrr, diye çıllık çıllık ağlamaya,bağırmaya başladı. Korku ve çaresizlikten hem ağlıyor hem birbirimize teselli vermeye çalışıyoruz. Korkumuz son haddinde.

O sırada'' kimse yok muu??'' diye seslenen Resul abinin sesinin duyduğumda ki sevincimi anlatamam. Bu seferde seviçten birbirimize sarılıp ağlamaya başladık. Her yer zifiri karanlık tabi. Resul abi elinde sopası ve ışığı ile hayvanları dereden geçirmeye çalışırmış meğer. Biz onun hayvanları getirmek için cebelleşmesini bambaşka şeylere yormuşuz. Resul abiyi görmek bizi öyle mutlu ediyor ki ağlamayı kesip doğru ona koşup, hayvanları toparlamasına yardıma gidiyoruz..Tüm korku ve endişelerimiz gecenin karanlığında kaybolarak uçup gidiyor. Çocukluk işte..'

(Babamdan anılar..)

1-Köyde çocuk;Mehmet

Kabartma Tozu Kullanmadan Poğaça Yapılır mı?


 Poğaçalarımızı, keklerimizi pişirirken onların kabarık, puf puf görünmesini sağlayan üç tür malzeme vardır;
Maya, kabartma tozu, karbonat(Sodyum bikarbonat). Bunlardan son ikisi kimyasal maddelerdir aslında. Pişirdiğimiz ürünlerin kabarmasını sağlar. 
Karbonatın pişirmede etken hale gelebilmesi için limon ,yoğurt, portakal suyu gibi asitli yiyeceklerin suyuna ihtiyacı vardır. Aksi halde pişirdiğimiz ürünün hem kokusu kötü , hem tadı acımsı, metalik bir tat olur.
Kabartma tozu;  karbonat, asit ve nişasta (içindekilerde belirtildiği gibi) bileşiminden oluşur. Karbonatın, bu iki bileşenle hafifletilmiş halidir. Hem yapacağımız ürünlerdeki diğer sıvı malzemelerle birleştiğinde kabarma etkisi gösterir(Karbondioksit üretme,ufak kabarcıklarla hamurun kabarmasını sağlama) hem de fırında pişerken ürünümüzü kabartmaya devam eder. Böylece daha fazla yumuşak ve ağızda dağılan yiyecekler elde ederiz.
Lakin işte mutfağın bu kimya kısmı bazılarımızın midesine zaman zaman rahatsızlıklar verebiliyor. O zaman mutfakların şu anonim kuralı işleme sokularak yeni tarifler denenmeye devam ediliyor;
''Mutfakta çareler tükenmez''  

-2 yumurta,(1 tanesi hamura, 1 tanesinin akı peynire,sarısı üzerine)
-125 gr tereyağ,
-3 çorba kaşığı yoğurt
-2,5 su bardağı un(11 çorba kaşığı)
-1 tatlı kaşığı tuz,
İçharcı;
-beyaz peynir, yumurta akı, maydonoz.

Yoğuracağımız kaba unu eleyerek,  havuz yapalım, ortasına yumurta, yoğurt,yağı koyalım ve karıştırarak yavaş yavaş unla yedirelim. Biraz dinlensin, sonra elimizle kopardığımız hamur parçalarının içerisine peynirli iç harcımızı koyup D şeklinde kapatalım. (Bu tariften 13 tane çıktı)  Üzerine yumurta sarısı sürüp 180 derece ısınmış fırında pişirelim.
Poğaçalarımız kabartma tozu kullanmışcasına kabardı ,üstüne üstlük hiç bir mide sorunu yaşatmadan ,gayet rahat afiyetle yiyebildik.

Ağzınızın tadı bol ve yerinde olsun..

Bir Başkadır.(Netflix Dizisi)

 

Bu iki kelimelik başlangıcı istediğiniz gibi tamamlayabilirsiniz, ama ilk aklıma gelen sözlerini Fikret Şeneş'in yazdığı,Ayten Alpman'ın yorumlayıp zihinlerimize yerleştirdiği ''Bir başkadır benim memleketim'' isimli aranjman şarkı oldu.

Oysa dizide ilk bölümlerin sonunda Ferdi Özbeğen'in bir konserinden görüntüler ve iki şarkısı var;Suat Sayın'ın bestesi ''Gündüzüm Seninle Gecem Seninle' ' ve sözlerinin Ülkü Aker'in yazdığı ''O günler '' isimli aranjman şarkı paylaşılmış. 

Ferdi Özbeğen 80'li 90'lı yılların gençliğinin en çok dinlediği şarkıcılardan. Taverna müziği,arabesk, nasıl adlandırırsanız o tarz bir müzik. Dertli, aşk ,ayrılık, acı, pişmanlık kokan, duygusal şarkılar.


Konuya gelince(az ipucu içerir);

Meryem, abisi Yasin ,yengesi Ruhiye ve iki küçük yeğeni ile İstanbul'un kırsalında fakir bir evde yaşıyor. Abisi Yasin, bir gece kulübünde güvenlik görevlisi, yenge ise bunalımdan bunalıma sürüklenen bir kadın. Meryem'de haftada üç gün evlere gündeliğe gidiyor. Bu arada bu küçük aileyi uydusu haline getirmiş bir de Hoca efendi var. Meryem'in psikolog Peri ile tanışması ara ara bayılması ve bunun altında psikolojik bir sorun olabileceğini düşünen doktor nedeniyle oluyor. Psikiyatrist Peri ,kendi kafasında bir çok sorunu olan ve kendisi de arkadaşı Gülbin'e 5 yıldır terapiye giden ,bekar, baskın karakterli bir anaya sahip, modern, çok iyi okullarda okumuş ,takıntılı bir kadın. Gülbin derseniz ayrı bir hikaye, o da Doğulu bir ailenin Batılı gibi davranmaya çalışan kızı rolünde. 

Meryem'in temizliğine gittiği ,yalnız yaşan Sinan'a ilgisi var. Tabii ki bunu herkeslerden saklarken psikiyatristi Peri ile paylaşıyor. Maşallah Peri'nin de bunu anlatmadığı kimse kalmıyor. Sinan'ın pek çok sevgilisi var ,bunlardan biri de psikiyatrist Gülbin çıkıyor! ...

Kısaca farklı  kültürlerle büyüyen ,çeşit çeşit insancıklar Meryem'in etrafındaki hikayede birleşiyorlar. Konunun özü; bazen türban, bazen türbana bakış açısı, köyden gelip kente uyum sağlayamayanlar, sağladığını sananlar, hacılar, hocalar, kapalı sandığımızın apaçık, açık sandığımızın kapalı hayat hikayeleri. İstanbul'un insanlarının ''köy hali'', ''plaza hali'', çapraşık ve çarpışan hayatlar.. 


Başrolü; Öykü Karayel, Fatih Artman, Funda Eryiğit paylaşırken pek çok başka ünlü oyuncu da yer almış. Yönetmen ve yapımcı Berkun Oya, Ali Farkhonde.

Bugünlerde çok popüler olan 8 bölümlük diziyi, hafta sonu ne izlesek, diyenlere tavsiye ederim. Biraz durgun geçse de her gün karşılaştığımız insanların perde arkası yaşam ve duygularını gözler önüne seren, bir hayat dizisi.

GÜLÜMSEMEyi unutma..

Biraz da bizim buralardan, sizi ferahlatacak manzaralar çekmeye çalıştım telefonumla. Bugün şöyle ohh çekelim, nefes alalım derinden derinden. İyot, yosun, ıslak kayaların arasında biten yabani otlar, rüzgarın getirdiği ne kadar güzel koku varsa ciğerlerimize dolsun. Biraz güneş var ,sahilde yürüyüş iyi gider.


Dönüşte fırına uğradık. Kapıda bir küçük afiş asılı;
''Evinize giderken Fırından Ekmek almayı, Kapı Açıldığında Gülümsemeyi unutmayın.''

off ki ne off.

Sabah uyanıp camdan baktığımda, pencerelerden birinden görünen manzara bu. Site yönetimi çarelerden biri olarak düşünüp, tüm bloklardan görünecek şekilde bunu astı. Aynı zamanda girişlerde el dezenfektanları takılı, ''Maskesiz Girilmez'' ibaresi bulunan bir levhada en dış kapıda mevcut. Artık kimse çocuğunu site bahçesinde oynamak için çıkartmıyor. Çocuk sesleri kesildi. Kamelyada ki oturma grupları, papatya sandalye ve masalar depolara kalktı. Çünkü HES uygulamasına göre''Çok riskli bölge'' burası her yanımız domates kırmızısı.Sadece burası değil tüm Kartal böyle görünüyor. Oysa yazın ''Düşük Riskli Bölge''idik. Ne ara bu aşama oldu. İki haftadır pazara da çıkmamayı tercih ediyoruz. Zaten Ege'deki deprem enkaz altında kalma korkusunu depreştirdi, bir de bu duyumlar feci halde moralsiz bırakıyor. 
Tabii ki TV izlemeden duramıyoruz. Bir yandan Merkez Bankası başkanı değiştirilir/16 ayda 2 kez/ bir yandan bir gece ansızın Maliye Bakanı istifa etti/etti mi/niye İnstagramdan/ Twitter hesabı kapandı mı? diye ''Sosyal Medya'' sallanır ama diğer TV kanallarında çıt çıkmaz. Bir dururlar, kal gelir. Sonra Cüneyt Özdemir Youtube'den canlı yayına geçer,insanlar oraya toplaşır ki haber alsınlar ve Cüneyt Özdemir de ,ROK ile bir kavgaya tutuşur ki  gülmeden edemezsiniz. Gece üçte ,uyku sersemi yayın olursa böyle eğlence de ister.

Böyleyken böyle durumlar. 
Günaydın,günaydıın...
Bakalım neler olacak ,dediğimiz ,bir memleket sabahı daha.

Ekim seyirlikleri..

 

Ekim ayında /eşimin tavsiyesi ile başladığım/  Brekıng Bad  sezonlarına devam ediyorum,5.sezona gelmek üzereyim.  Biraz iç karartıcı bir dizi,bir şekilde seyrettiriyor.



Good Girls 3. sezon son iki bölüm dublajı da yapılınca seyredebildik. Tüm sezonun dublajını yapıp son iki bölümü çevirmemişlerdi,anlamsız bir şekilde. O iki bölümde tamamlanınca bizim çılgın kadınların ,zavallı komik macerasını izledik. Breaking Bad ile aynı kafadalar, harcayamadıkları milyonlarla,ölüm korkusu ve aileleri arasında yaşadıkları git-geller biraz gülümseterek ,biraz gerilimle iyi mi kötü mü olacağı, belli olmayan bir sona doğru gidiyor.

Kırmızı Oda 3. bölümden başladık izlemeye.Ne hayatlar, ne dertler, ne sorunlar neler neler. Bir iki kitabını okuduğum Gülseren Budayıcıoğlu ve eserleri bu dönem çok popüler.



Yeni dizi Çocukluk 'da Erdal Beşikçioğlu ve Beren Gökyıldız' ı severek izlerim, dedim. İlk bölüm uzun ve sıkıcıydı, diğer bölümlerde konu biraz daha oturdu. Babil  baştan beri merakla izlediğim bir dizi ama konular arası bazen kopukluk oluyor sanki dizide. Hangi konuya tam ağırlık verecekleri karışmış gibi.. Halit Ergenç dizide olmasa sanırım izlemem.   



Sadakatsiz yeni favori dizim. Tekirdağ'da çekiliyor olması da iyi fikir olmuş. Koskoca memleketimizde dizilerin hep aynı şehir hatta aynı mekanlarda çekilmesi konunun çekiciliğini olumsuz yönde etkiliyebiliyor. İzliyorsun ,bakıyorsun aynı sokaklar, aynı manzaralar hatta ve hatta aynı evler. Başka şehirlerimiz mi yok, bak ne güzel gidip Tekirdağ'da çekmişler.

Konuşanlar Youtube videosu arada gülmek için izliyorum..Bu nasıl bir yeni nesil ya hu!şaka gibiler. Cüneyt Özdemir 'in Youtube kanalı nı artık haber takibinde kullanıyorum. Her gün canlı yayın yapıyor. Hem Türkiye'den hem dünyadan haberleri veriyor.


Ekim ayında tek izlediğim film; Enalo Holmes oldu.Kendisi Sharlek Holmes'un kız kardeşi oluyor,filmini yapmışlar. İdare eder.


Gün içerisinde arada sırada; Zuhal Topalla Sofrada tam bir şamata gırgır. Bazen aşırı sinir bozucu, hayretlere düşürücü ,komik ,gözatmaktan vazgeçemiyorum. Akşamları arada sırada dizi durumuna göre:) Mastercheff .Gerçi çok fazla eksantrik yemekler yapıyorlar ,bizim mutfaklarda kullanmadığımız ürünler kullanıyorlar ,alışık olmadığımız tariflerle yemekler pişiriyorlar Mesela bıldırcın ve ördek etini bu kadar sık kullanmaları ,karideslerle her çeşit yemeği pişirmeleri insanı imrendirmiyor değil sonuçta. Kurgu olduğu ve elenecekler de çok kolay tahmin edilebiliyor. Neyse.Velhasıl mutfak ,yemek programı izlemek hoşuma gidiyor. 






Ekim okumaları..

 

Afife Jale; hayatının bu kadar acıklı bir öyküsü olduğunu bilmiyordum. Sahneye çıkan ,çıkma cesareti gösteren ama arkasına bakınca kimseyı göremeyen ilk müslüman Türk kadın tiyatro sanatçısı. Bestekar Selahattin Pınar'ın ilk eşi. 

''Bir bahar akşamı rastladım size,''

diye adına besteler yapılmış bir kadın. Selahattin Pınar'ın daha sonra evlendiği eşi,bir söyleşide, Bestekarın şarkılarının çoğunu Afife Jale için yazdığını anlatmış. Büyük aşkları ile karşılaşmış lakin hiçbirini tam yaşayamamış bir kadın.Hazin bir hayat öyküsü. Büyük ideallerle başlayan ,akıl hastanelerinde ,yapayalnız son bulan bir yaşam.


Karlar Ülkesi ve Kiyoto 

Nobel Edebiyat ödüllü Japon yazar Yasunari Kawabata'nın  iki eseri. 

(1968 Nobel Edebiyat Ödülü) Karlar Ülkesi'nde geyşaların hayatından kesitler var. Tokyo'da yaşayan Şimamura ,kaplıcalar için dağlık bir bölgede bir kasabaya gider. Kasabada tanıştığı Komoko ile aralarında başlayan ilişkiyi ,Yoko isimli başka bir kadına duyduğu derin hayranlığı ve kaplıcalar bölgesinin güzelliklerini anlattığı Karlar Ülkesi isimli eseri yazar,tam 12 yılda yazmış. Komoko isimli karakter gerçek bir Japon Geyşa kadından esinlenerek yazılmış yazar tarafından.

Kiyoto ; Türkçemize Kiraz Çiçekleri olarak çevrilmiş. Bendeki Nihal Yeğinobalı çevirisi ile eski bir baskı. Çieko isimli genç bir dokumacı kız ve ailesi ile ilgili bir kitap. İki dokumacı aile çocuklarını evlendirmek istiyorlar. Çieko'nun babası kızını vermeye kıyamıyor, damadı evlatlık olarak alalım diye düşünmeye başlıyor. (ilginç bir adetleri varmış Japonların, kızı vermek yerine damadı evlatlık almak) Bu arada kızın babası kumaş desen tasarımları ile ilgileniyor ve yeni desenlerle klasik desenler arasında bocalayıp duruyor. Kitapta bolca ağaç, çiçek, doğa anlatımı efsaneler,Japon Şenlikleri, dini inançları, aile kültürleri anlatılmış. Ve ''Obi'' yani geleneksel Japon kıyafetlerinin  en göz alıcı kısmı. Bele sarılan obilerin 3-4 metre arasında uzunluğu varmış. Kat kat sarıp, erkekler sırta bağlarlar, kadınlar ise büyük bir fiyonk yaparmış. Hem erkekler, hem kadınlar tarafından kullanılan obi ne kuşak ne kemer, japonların kıyafetinin desenleri, kumaşı, kalitesi ile farklı ve önemli bir parçasını teşkil edermiş. Kitapta da işte bu obinin ayrı bir yeri,ayrı bir önemi var.

Not: İlk defa okuduğum Japon edebiyatına ait bu iki eser özellikle çevre ve doğa anlatımları, farklı kültürel özelliklerinden bahsettiği Japon ailesi ,kadın/ erkek,dostluk,arkadaşlık ilişkilerinin anlatımı ile oldukça ilgi çekici geldi. 



Hastalık çok yayıldı:(

 Bu sabahın en güzel whatsapp mesajı;

''Anne testimiz negatif çıktı''..

Test sonucu bir günde çıkmış oldu. İçime sular serpildi./nereyekadar/ Gerçi herhangi bir belirtisi yoktu ama olsun işte. Yaklaşık otuz kişiler, 3 kişide pozitif çıkmış.İkisi çok yakın çalışan ve hasta olduklarını farketmeyen, bir tanesi olayı hasta olarak ,belirtili farkeden. Bir de esas acaba mı? dedikleri kişi vardı,o kişi de negatif çıkmış, mesela. Bu yazıyı yazarken İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu'nun da Corona hastalığına yakalandığını öğrendim. Kendi videosunda, çarşamba test yaptırdığını ,negatif olduğunu, fakat iki gün sonra ateşlendiğini ve pozitife döndüğünü , anlatıyor. Hastaneye yatmış. Geçmiş olsun.

Neyle karşılaşacağımızı bilmediğimiz bir meret bu. Tam anlamıyla ferahlamamamın sebebi işte tam da bu. İnsanlar çalışıyor, toplu taşımaya biniyor, dışardan yemek zorunda kalıyor vs.(Ki İBB Başkanı gibi adamlar çok sıkı tedbirlerle yaşıyorlardır eminim )  

Sonuçta maskenizi sıkıca taksanız bile bir yerler  çıkarmak zorunda kalabiliyorsunuz, o eller mutlaka ağıza yüze gidiyor, siz  maskeli olsanız da karşınızdakinin takıp takmadığı, kiminle temas halinde olduğunu bilmiyorsunuz. Yani işimiz artık şansa kaldı. ''Tedbir bizden takdir Allah'dan'' a bağlayabilirim özeti.

Not:Korona test yapıldıktan sonra e-nabız dan korona testi sonucunuzu öğrenebildiğiniz bir uygulama yapmışlar, verdikleri barkodla sonuç bir gün sonra öğrenilebiliyor. 

corona kapıya dayanmışken..

   Bu sabah ıvır zıvır ne varsa yaptım. Sabah uyku tutmadı, erkenden kalkınca vakitte ağır ağır geçiyor. Arafta yaşıyor gibiyim. Akşam yemeğimizi yedik, mutfakta bulaşıklar toplandı falan, dizi seyrediyoruz. Telefon çaldı. Geç vakit değil ama bizim kız ,öyle önemli bir şey olmazsa ,belli bir saatten sonra aranmayacağını bilir. 

-Annecim, dedi ,kötü haber. İşyerinde bi çalışanın korona testi pozitif çıktı.

İki gündür işe gelmiyormuş, ateşlenmiş adamcağız, yaptırdığı test pozitif çıktı, diye haber verince ,hepsi panik halde ne yapacaklarını düşünür olmuşlar. Bugün test yaptıracaklar. Bu testleri özel hastanelerin çoğu, artık bir hastalık belirtisi yoksa yapmıyor. Devlet hastanesine gidecekler. Evde de maskeyle oturuyorlarmış. Zaten ev arkadaşı da ünlü bir markanın fabrikasında çalışıyor, kızcağız da her hafta bir bölüm karantina nedeniyle kapalı,diye anlatıyor ve yarı zamanlı evden çalışıyormuş. Kızımın bir okul arkadaşı daha geçen gün pozitif çıktı. Ateşlendi, öksürük falan. Onunla bir aydır görüşemedik diye ,içini rahatlatırken işyerinden patladı olay. Bu aralar çevremden o kadar çok duyar oldum ki.  

Bakalım sonuç ne çıkacak. Ama bu gri İstanbul sabahında içim sıkkın, yüreğim daralıyor. Korona kapıları zorluyor.


Not:Maske çok çok önemli. Burnumuzu maskenin altında tutmaya alışalım/çalışalım. 


köyde çocuk ; Mehmet..

 


 Her küçük çocuk gibi benimde köyde hayatımın çoğu ,bağda bahçede babama yardım etmekle geçerdi. Köyde o zamanlar imece usulu; yani tüm komşuların birbirine yardım ederek iş yapması, çok yaygındı. Ekinlerin biçilmesi, mahsulun çapalanması, hasadın kaldırılması gibi tüm tarla işlerinde köy halkı birbirine canla başla yardıma koşardı. Çoğu geceler ailece tarlada sabahlanır,gün doğar doğmaz işe koyulunurdu.Mevsimine göre fasülye, mısır,kabak,tütün daha sonraki zamanlarda da çilek yetiştirilirdi.Sadece tarlalarda ekili sebzeler değil, elma,armut,ceviz,kestane,kiraz,vişne,dut,kızılcık,üzüm gibi çeşit çeşit  meyve ağaçları da ağızlara layık meyveleri ile dağın yamaçlarında boy gösterirlerdi.Ancal 1000 mt. rakımlı bu dağ eteğinde bazen öyle sis olur ve köye çökerdi ki bu meyve ağaçları donar,soğuktan yanar ve meyvelerinden nasiplenmemizi önlerdi.

Yine sıcak bir temmuz günü babamla Sineklik denilen yerdeki tarlamıza patatesleri sulamaya gittik. O zamanlar köy ve civarı bölgenin özelliğine göre isimlendirilir, bir nevi sokak yada cadde ismi gibi adreslendirme yapılmış olurdu. Ketenlik,Sineklik,Pisocağı,Gölcük,Yukarı Harmanlık,Kaldere,Yaşlıçayır gibi.Bu bir nevi adres sistemiydi.  Sineklikteki patates tarlamızın yanındaki tarla, Yusuf Pehlivanların tarlasıydı.O gün herzamanki gibi Yusuf da babasıyla tarlaya sulamaya gelmişti. 9-10 yaşlarındayım. Sulama suyu bir ark içerisinde geliyor, yarısı bizim tarlaya yarısı Yusufların tarlaya gidiyor. Ark çok yukarılardaki tarlaların arasından geliyor ve arkı kim önce bağladıysa önce onun tarlası sulanıyor. Sulama işi biten haber veriyor ve diğer tarla sahibi ancak o zaman sulamaya başlıyabiliyor. Tüm köyün bildiği bu kurala herkes saygılı, hiç sorun çıkmıyor. Babalarımız Yusufla bana bir görev veriyorlar; arktan gelen suyu kontrol etmek. Su azalır ya da kesilirse ark boyunca yürüyüp kesilen yeri bulacağız ve suyun tarlaya doğru akmasını yeniden sağlayacağız. 

Bize verilen bu iş çok hoşumuza gitti. Hangi çocuğun gitmez ki.Ayakkabılarımızı çıkartıp yalın ayak suyun içine girdik. Cıbıl cıbıl sularda ark boyu ,suyun kaynağına doğru hem yürüyor ,hem gülüşüp eğleniyoruz. Belki beş altı km. yürüdük ki bir dereye ulaştık.

- Haydaa!! bu dere de nereden çıktı??,diye diye , derenin kaynağını bulmak için arktan ayrıldık. Yürüdük yürüdük. Yol engebeliydi, taşlardan kayalardan keçiler gibi hoplaya zıplaya derenin kaynağına ulaştık. Görülmeye değer muazzam bir manzaraydı. Sular onbeş yirmi metre yukardan burun deliği gibi iki mağara oyuğundan aşağıya  gürül gürül dökülüyordu. Mağaraların yanları ev büyüklüğünde buzlaşmış kar yığınları ile kaplıydı. Akan su o kadar soğuktu ki elini değemezdin. Bu muhteşem görüntü karşısında biz arkı, sulamayı tarlayı falan unutmuştuk. İlla daha yukarda ne var diye meraklanmaya devam ediyoruz. Akan suyun yukarılarına doğru yalınayak tırmanmaya devam ediyoruz. Ayaklarımız nasıl acıyor, umurumuzda değil,keçi gibi tırmanıyoruz kayalara. İşte o ara etrafımıza bakındık ki kaybolmuşuz. Farkettik. Ayaklarmız acıyor, elbiselerimiz ıslak, yorulduk, neredeyiz bilmiyoruz. İkimiz birden ağlamaa başladık. Bir yandan yürüyoruz. 

O sırada bir köpek havlaması duyduk.Baktık bir koyun sürüsü ,çoban bizi görüp bağırdı;

-Ne arıyorsunuz orada, durun kıpırdamayın, geliyorum. Meğer dağın zirvesine çıkmışız .Çoban yanımıza vardı.Bize hem kızıyor, hem susturmaya çalışıyor,köpek bir yandan havıyor.Sonra acıdı bizi teselliye koyuldu; 

-Korkmayın şimdi sizi yola çıkarıcam,diye düştü önümüze.Bizi zirvenin altında bir yola çıkardı. Gösterdiği patikayı takip edersek tarlanın başına ineceğimizi söyledi.

-Dikkat edin, diye de tembihledi.Biz yeniden hoplaya zıplaya,ormanlardaki çam ağaçlarının arasından geçerek, kayalardan zıplayarak, güneş batmak üzereyken tarlanın başına vardık. Hiç bir şey olmamış gibi arkın içine girdik. Babalar tarlanın sulamasını bitirmek üzereydi. Neredeydiniz ,demediler, biz de bir şey söylemedik. İki kafadar yaşadığımız macerayı kendimize sakladık. Bize kaybolduğumuzda yolu gösteren, düğünlerde çok güzel tulum çalan Çüta Mehmet'di. Sevgi ile anıyorum.....


Not:Bu yazma sevdası baba tarafımda mevcut.Rahmetli iki amcam  ve büyük amcam yazardı. Tabi onlarda sanırım büyük büyük babaannemden almış bu yeteneği. Babam'da çok güzel resimler yapar.Yazdığını geçen yaz bana verdiği  anı defterini görünce anladım.Şaşırdım,heyecanla okudum. İşte yukarıdaki babamın anılarından, geçmişten bir sayfa, bir hikaye,bir rüya..

KARLAR ÜLKESİ

Epeydir ara verdiğim Nobel Ödüllü Yazarların eserlerini okumaya devam edeceğim. Japon Edebiyatı ile ilgili hiç roman okumadım. Karlar Ülkesi, Yasunari Kabawata isimli yazarın eseri.Onu seçtim.Kitabın giriş kısmında Çağdaş Japon Edebiyatının gelişimi ile ilgili de güzel bir yazı var. Enteresan bilgiler edindim.  Ama önce ''Nobel  Ödülleri'' nasıl olmuş da verilmeye başlanmış ondan bahsedeyim; 

"Köprüler Şehri "Stockholm'de , şehrin küçük bir meydanında İtalyan stili mimarisiyle dikkat çeken bir saray vardır .Isveç Akademisinin toplandığı; Borsa Sarayı. "Börshuset" . İsveç Akademisi, Fransız Akademisi örnek alınarak 18.yüzyıl sonunda Kral Güstave 3 tarafından kurulmuş,  tıpkı Fransız Akademisinde olduğu gibi ödüller ve madalyalar verme adeti ve geleneği üzerine bir statüye bağlanmıştır. İsveç Akademisi 19.yüzyıldan beri her yıl uluslararası önemli bir ödül olan "Nobel Ödülü "nün dağıtımına devam etmektedir.

Gelelim bu ödülün isim babasına ;Alfred Nobel.

Alfred Nobel,ailesi ile Rusya' da yaşayan ilim ve edebiyat dostu bir İsveçli. Kendisi Kimya mühendisi aynı zamanda işadamı ve bir mucit olarak ün salmış. Patlayıcı maddeler alanındaki ,icatları ve başarıları ile(mesela dinamit, dumansız barut gibi) çok büyük bir servetin sahibi olmuş. Alfred Nobel devamlı dünyayı gezer, dolaşırmış. Bu büyük ilim ve işadamının 4- 5 dili, anadili gibi konuştuğu bilinirmiş. Gerçekte nerede yaşar, evi neresidir bilmek zormuş.Çok seyahat edermiş. O ,idealist, insanları milletleri birbirine yakınlaştırma çabası içinde her fırsatı değerlendirmeyi prensip edinmiş biriymiş. 
Fakat bu zengin ve güçlü insan yapayalnızmış. Üstelik para harcamayı da sevmezmiş. 1895' de yaptığı vasiyetnamesiyle, geride bırakacağı muazzam serveti ile beslenecek bir "Nobel Tesisi" kurmuş. Servetinden gelecek gelirler 5' e bölünecek;
Fizik, Kimya, Fizyoloji, Edebiyat ve İnsanlığın mutluluğu ve beraberliğini sağlama alanında en büyük hizmeti yapmış olanlar arasında, en iyilere verilerek bu kişiler taçlandırılacakmış.
Görüldüğü gibi bilim adamı Nobel sadece ilme,bilime değil idealist düşüncelerin sonucu, insanların kardeşliğini de ön plana çıkaran bir ödül tasarlamış, ırk ve toplumsal fark tanımamış. Edebiyat alanında da en güzel eser değil, Edebiyat alanında idealizm yönünde en seçme, en önemli eserleri yazmış olanın ödüllendirilmesini istemiş.

(Belki de insanlığın zararına kullanılacak buluşlarının ceremesini ödemek istemiştir, olabilir mi acaba??Kimbilir)

Alfred Nobel 1895' de öldüğünde ''Nobel Tesisleri''ne kalan miras tam  otuz bir milyon altın Isveç kronuymus. Bu ödüllerin dağıtılmasi işi zorlu bir iş olmuş ilk zamanlar ve İsveç Akademisi bu zorlu görevi üstlenmiş. ''Onsekizler'' olarak anılan  İsveç Akademisi mensupları her sonbaharda, Alfred Nobel'in ölüm günü olan 10 Aralıkta, tüm dünyanın merakla beklediği kararlarını açıklamakta, Nobel Ödüllerini sahiplerine vermekte, bu ince düşünülmüş ve sürekli hizmeti sürdürmeye devam etmektedirler. 


Maske -sosyal mesafe kontrole

Artık maske hayatımızın bir parçası, bir yere giderken alınacak listesinin en başına yazılabilir. Yalniz takma konusunda sıkıntı büyük. Çene altından sonra kolda ,bilekte kullanılan aksesuar gibi oldu. Tıpkı türban üzeri gözlük gibi. 
Heryerde özellikle kapalı alanlara,dükkanlara girerken kesin herkes takıyor. Yolda yürürken de takılıyor. Lakin sahilde ,plajda iş biraz zor. Islaksın, sıcak falan filan. Bahane çok. Dolayısıyla takan yok .Ama bugün komutan ve zabıta baskına geldiler. Herkes trafik polisi görüp emniyet kemerini takan şoför misali maskeleri taktı, yanında olmayan denize atladı. Kimi giyinip kalktı gitti. Doğruya doğru sezlonglar sosyal mesafeye uygun değil 🙄 hiç bir yerde.  Maalesef. Bir teyze "ah devlet bizi bizden çok düşünüyor " 
Tabi tabi


"kaderin iyisi satılmıyor ki gidip alayım . ."

Her sabah bu manzaraya uyanmak isterim. O kadar sessiz ki. Saat 6.30 .Deniz mi göl  mü?
Burada yaşamak nasıl olurdu?Ruhum ve kulaklarım dinlenirdi. Sonra sıradan gelirdi ,büyük ihtimal. Alışır, özlenirdi gelinen yerler. Gelinen yerlere geri dönülür, bu sefer de' vay be niye döndük ki ne güzeldi oralar',diye iç çekilirdi. 
Kısırdöngü , bulunduğumuz yerde mutlu olmalı/olmalı mı?
Gönlümüz neredeyse, oraya mı koşup, orada yaşamalı?
Bugün sadece bunu düşünebilirim. 

Başlık;kamyon arkası yazısı, yolda gördüm 😊Yoksa "olduğu kadar, olmadı kader ," iyisi olsa da olmasa da. İyi diye  alacağımdan, memnun kalacakmıyim ki. Mesela.😀