HES 'li günler

 

Uzun zamandır gitmediğim boğaz kıyıları ile hasretleşirken ,pandemide Belediye'nin/lerin tukaka muamelesi yapıp ya kaldırdığı ya da tek kişilik hale getirip birbirinden fersah fersah uzaklaştırdığı oturma banklarının yeni halleri dikkatimi çekti. Salgından önce bu kadar çok bank yoktu, hatta yoktu. Şimdi gri mavi karışımı metal banklar sıra sıra dizilmiş. İyi edilmiş. En güzel İstanbul manzarası seyredilecek yer bu meydan.


Şehir hatlarına bindik ,şansımıza bu güzelim nazlı gemilerin yerine kutu gibi olanlar denk geldi. Şekilsiz gemi en ufak dalgada , yolcuların çığlık atmasına neden olacak kadar sallaya sallaya götürdü bizi. Lodos olmamasına, deniz de dalga olmamasına rağmen. Bunu tasarlayanlar kim bilmiyorum ama şekli kadar gidişi de sıkıntılı. Şehir hatlarına çok alışkın olmama rağmen dualarla vardık on dakikalık yolun sonuna .


Sisli ada(tık tık tık) yolculuğumuzdan bir gıdım öte bir macera. Güzel bir gezi sonrası ,dönüş için vardığımız iskele turnikeleri, bizim İstanbulkartları görünce, gelirken yeşil yaptığını caart diye kırmızıya çevirmesin mi? 

Ne diyor bakayım ''Geçersiz kart, Hes kodu onayı yok'' falan , ay çıldırcam!. Kaldık mı karşıda. Görevliye diyoruz ;

-''kardeşim iki saat önce geçtik, işimizi bitirdik evimize dönücez , bırak girelim''. Nuh diyor peygamber demiyor. Afakanlar bastı.  Neyse bakalım dedik Hes'imize, süresiz görünen HES kodu süresi bitmiş, İstanbulkartlarla tekrar güncellenmesi gerekiyormuş(galiba). Karşının sahilinde onca gri metal banktan, bu tarafın belediyesi akıl edip  iskele kenarlarına numunelik bile koyamamış. Kalabalıkta bir köşede dikilip,/ şu telefonlar olmasa n'apıcaz bilmem/. indir programı, yeni Hes kodu al, gir İstanbulkart uygulamasına, Hes kodu güncelle. Oldu nihayet. Bilgi veren yok da, tahminim 4. aşıdan sonra tekrar kartlarla eşleştirme yapılması gerekiyordu, aklımıza gelmedi. Lakin o zaman  gelirken de  çalışmaması gerekmez miydi?  Şükür turnikebey izin verdi yeşillendi, geçin gidin evinize dedi. Ay vallahi bir an panik oldum, kaldık Avrupa yakalarında diye:) 

Hes kodu uygulaması iyi güzel, lakin diyelim binemedik vapura. Ne olacak ki  taksi dolmuş sormuyor , binip istediğin yere gidiyorsun. Çifte standart dolayısıyla mantıksız , bir uygulama.

Bir yerlere gidiş gelişinizin engellenmiş olması duygusu, özgürlük kısıtlanması duygusu ,fena bir duyguymuş. 

Birbirimizin alanlarına saygılı olarak uygulanan özgürlüklerin bol olduğu bir yıl olsun bu yıl. 



bir yılda dört kez

 

İki sinovac aşıdan sonra ,yaz aylarında üçüncü olarak biontech, şimdi dördüncü doz olarak yine biontech aşımızı olduk. Dokuz ay içersinde dört kez aşılandık.  Olumlu olumsuz internetteki her şeyi okuyup dinleyen sevgili beyim tedirgin, ben garipsiyorum. Genel kanım aşı konusunda olumlu şeyler anlatan bilim insanlarından yana ,yine de.Çocuklarım da aşılanacak. Umarım aşılar salgının bir nebze önüne geçer. 

Aşı sırasında, benden önce içeri giren hanım;'' Aşıların tarihi geçmiş diyorlar ,kızım, doğru mu?'' falan diye sormuş; '' yok öyle bir şey, şisesi burada isterseniz buyrun bakın'' , demişler.

Kadıncağız ; ''ufacık şişe, minicik yazılar ,ben nasıl göreyim onu, bakmadım.Zaten gelmişiz aşı olmaya,merak ettim sadece,sordum'' dedi. 

***

Genç bir arkadaşımın covid nedeniyle kayıpları oldu bu ay. Oysa ayın ilk günlerinde,  havayı tüplü sobalar gibi, hem ısıtıp hem baş ağrısı yapan lodoslu havalardan birinde, sahilde bir kafede genç arkadaşımla muhabbet edip, küçük kızının yaramazlıklarından bahsetmiştik. Daha aradan iki hafta geçti geçmedi genç arkadaşın önce babası, sonra annesi covid olup bir hafta içerisinde hayata veda ettiler. Genç arkadaş, küçük kızı kayınvalidesi de pozitif.  Çok can sıkıcı , üzücü.

Salgın hızla devam ediyor, maskeleri takmaya ve aşılarımızı olmaya devam. 

 
Bir de yeni yıl geliyor konusu var:)            Resimde yeni yıl şarkısı var⤴

Yeni yıl geliyor gelmesine de hevesim bu yılda yok.. Sevgili bey ikide bir hindilerden mesela nerede o eski Kandıra hindileri ,şimdikiler hep beyaz hindi ,diye konu açsa da oralı olduğum söylenemez. Tamam, ( Turgay bey'in yazısı aklıma geldi ) diyerek geçiştirdiklerim arasında. Hindi sevdiğimiz bir beyaz et değil , pek tüketmeye alışkın da değiliz. Yılbaşı olunca, kalabalık maaile kutlandığı yıllarda, misafir ağırlama açısından iyi bir tercih oluyordu. Hiç unutmam bir sene yılsonunda kalabalığız diye heves edip bütün bir hindi sipariş vermiştim. Kestaneli, içpilavlı falan, reklamı şahaneydi. Mutfak hayatımın en bahtsız alışverişiydi.Tam saatinde gelen hindinin,dışı harika pişmiş görünüyordu fakat etleri pembe pembe çiğ kalmış, pirinçler tıkır tıkır pişmemiş, kestane var mı yok mu belli değildi.. Hindiyi parça parça kesip tekrar fırında pişirmiştik. Pilavı ziyan olmuştu. Hepsi canım ciğerim misafirlere , mahçup olmuştum. Yine yenilip içilmişti ,ama sipariş edilen hindi bir müddet hep söylenmeme neden oldu.

Sevgili bey, hindiyi geçtik bari  biraz aydınlanalım, diye ,dört beş yıldır kutusunu bekleyen yılbaşı ağacının ışıklarını,duvardaki aynaya sardı. Şıkır şıkır ,ışıl ışıl güzel oldu.. Ağaç süsleri ,hani parlak top gibi olanların iki tanesi 50 Tl olmuş. Süsleri hazine sandığı gibi saklayayım bari, dedim. O kadar ucuzdu ki zamanın da almışız iyi ki. Belki ilerde güzel yılbaşlarında yine ağacımızı kurar ,süsleriz.

 Ötelemek iyi değil , aklına gelince yapmalı vs.süslü cümleler iyi hoş da, bazen  öyle olmuyor. Can istemeyince el işlemiyor, gönül hoşnut olmuyor, yapsan da akılda kalmıyor .Vazife gibi olmuyor hayaller. Yaşadıkça tükenmiş gibi görünse de  umutlar bitmez, olmadık yerden yeşeriverir. Güzel yılbaşılar , canı gönülden kutlanacak yeni yıllar  her daim olacaktır, varsa zamanımız göreceğiz, umuyorum.. 

neden okuyamadım

Bir kitap almışım ki, okuyana aşkolsun, ben okuyamadım. Başlayıp başlayıp vazgeçtim. Hikayelerden oluşuyordu;, bu güzel değil, öbürüne bakayım dedim,o daha içimi burdu. Sanki yüreğimi alıp daraltti. İnce kitaptı, ama olmadı okuyamadım. Baldassare' nin kitabı okurken gözü kararması gibi benimde karardı. Ama o gizemli kitaptı, bu benzetmeli kitap. 
Bazı hayvanlar neden kitaplara konu olur ,diye düşündüm.Bizde bir tür canlıyız, hayvanlar gibi,ondan mı ? Çirkin hayvanlar çirkin olaylarla mi eşlestirilir? Güzel hayvanlar da masallarla. Şöylede sorulabilir; gergedan çirkin mi? Çirkinlik nedir?  Gergedanın ne suçu var bu hikayelerde. Niye insan ve insan topluluklarına benzemek zorunda kalsın ki. Tonlarca ağırlığında burnunda bir kocaman /bazen iki/ kemik bile olmayan boynuzu ile az gören ,iyi işitip iyi koku alabilen bir hayvan o. Evet memeli hayvan ama soyu bizden değil at ve eşek gibi tek toynaklılardan/(Toynak;ayak tırnakları yani hayvanların ki)  Neyse yazar benzetmiş, ben anlayamadım.  Okuyamadım, Bir kaç okuyamadığım kitap arasına girdi. Pahalı bir kitap değildi. Tabii ki artık bütçe her zamankinden önemli. Paramızı çarçur etme zamanı asla değil.  Konuyu döndürüp dolaştırıp maddiyata bağlıyoruz artık. Neden? 
Çünkü bir simit değil yarım simit satılan günler görüyor bu gözler.(gergedan olsaydık görmeyecektik ) 

Derler ya büyükler, bende o sıfattayım hakkım var;
 Bu yaşıma kadar görmedim yarım simit satıldığını.. Simit 3 TL olunca ne yapsın simitçi, yarım satıyor.
Geçen haberlerde seyrettim, fırıncılar en çok akşam ucuza sattıkları bayat ekmeklere talep olduğunu, anlatıyorlardı .
simit 3TL

Oysa sıcak ekmek arası peynir, zeytin ya da işte çıtır çıtır susam kokulu simit yanına demli bir çay ucuza karın doyurma şekliydi. Şimdi peynir ve zeytin neredeyse lükse girdi çoktan, sıra simite gelmişti o da oldu.Bu gün 3 TL, yarın olur 5 TL.
Kitaptan simite geçen bu konunun asıl miheng taşı ,bu hayat pahalılığı nereye kadar gidecek?  Bir gergedan değiliz ama bukalemun gibi her şeye uyum mu sağlayacağız? Galiba öyle oluyor . 
Nurettin Dadaloğlu gibi;
 Bu da gelir ,bu da geçer ağlama , diyerek yaklaşan seçim zamanını bekliyoruz, bakalım.

 Sabah sabah bu kadar yeter diyorum.

İstanbul geçen haftanın kuduruk lodosundan peşinden sürüklediği şakır şakır yağmurundan sonra, uslu bir çocuğa dönmüş, sakin pırıl pırıl güneşli bir güne belki de haftaya başlıyor. 
Herkese kolaylıklar diliyorum,  renkli balonlar kadar güzel bir hafta olsun.
Hoşça kalın.

 

Karnabahar mı?

Karnabahar salatası nasıl yapılır?

Karnabaharin tam mevsimi şimdi. Hazır altın günlerinden bahsetmişken eski bir de tarifimi vereyim de konu tamamına ersin, yazımın devamı yumuşasın  tatlansın .
Söylerken karnıbahar mi, karnabahar mi, diyenlerdensiniz  bilemiyorum  ama ben karnıbahar demekten alıkoyamıyorum kendimi.
Oysa doğrusu; Karnabahar.Farsça kökenli kelimelerden oluşuyormuş. Karamb_i Bahar yani ilkbahar lahanası demekmiş. Karınla karla falan ilgisiz yani:)  Yaprakları lahana yapraklarına benzeyen, turpgillerden sebze olarak kullanılan bir bitki olur kendileri. Pamuk pamuk yumuşak görünümlüdür ama serttir, pişince ise hemen yumuşacık olur, lezzetlidir.Vitamin açısından zengindir. Pişiriken biraz kokar mutfaklar ama her güzelin kusuru vardır. Gelelim tarife;

Karnabaharları küçük çiçeklerine ayırıp ,fokur fokur kaynayan tuzlu suda bir güzel haşlayın.Çok dağılmasın, diri de kalmasın:) Ayarlayacaksınız işte onu, çatal batırın falan ,anlaşılır zaten.
Sonra iki kapya biber ufak ufak doğranır, bir çay bardağı kadar ufalanmış ceviz, ufak doğranmış salatalık turşusu ilave edilir.
Bir su bardağı kadar sarımsaklı yoğurt/süzme/ ve ince doğranmış dereotu ve tuz ilave edilir.
İşte size lezzetli bir salata. 
Malzemeleri çeşitlendirebilir ,miktarlarını ağzı tadınıza göre ayarlayabilirsiniz.
Mutfakta çarelerle çeşitlemeler tükenmez.
Ağzınız tadı yerinde ve bol olsun.
Haftanız bereketli olsun.

günden bu güne..

Kadınlar arasında altın günü buluşmalarını bilirsiniz. Ya annelerinizden duymuş ya da bizzat katılımınızla bu sosyalleşme şeklinden haberdar olmuşsunuzdur, diye düşünüyorum. Günler paralanmadan öncesinde Hanımlar her ayın belirli bir gününde bir komşuda toplanırdı. Mesela her ayın 10'u Mualla hanımın, 15 'i Gönül hanımın ,21'i Cavidan hanımın gibi gibi. Ayın 15 inde Gönül hanım hazırlığını yapar, kimi gün üç-beş, kimi gün on-onbeş kişinin gelmesiyle gününü yapardı.Çaylar demlenir, börekler, kekler, kurabiye poğaçalar yenilir hem muhabbet edilir, hem de eğlenilir, birbirlerinden haberler alınır verilirdi. Sofralar donatılır(/dı.) Tarifler alınır verilirdi, kiminin tatlıları meşhurdu, kimi çok çeşit yapar, kimi tariflerini gizlediği dedikodusunun başkahramanı olur, kimi uzun uzun anlatırdı yaptıklarını .Yeme-İçme kısmı ayrı bir muhabbet konusuydu gün sonrasında. Sonra bu günler kalktı. Paralı Günler başladı. Sürpriz misafirler yerine anlaşılan belirli kişilerle başlayıp biten günler başladı.Gün sahibi aldığı para/altın ile ev  bütçesini bir nebze ferahlatıyordu. Durumlar iyiyse  gün paraları bir takıya dönüşüp gösteriş kaynağı olurken , evde sıkıntı varsa bir deliğe yama oluyor ,bir açığı kapatıyordu.  TL  ve ufak meblağlarla başlayan günler,  geleceği gören hanımlarda önce dolar sonra altın gününe dönmüştü. O zamanlar hemen herkes bunları alabiliyordu. Evlerde annelerimizden gördüğümüz bu tasarruf şekli bir süre sonra çalışanlar arasında da yayıldı. Bankada çalıştığım dönemde tüm şube personelinin, kadın/erkek, amir/memur ayırmaksızın, katılımı ile altın günü adı altında çekilişle her ay birimize altin ya da bazi dönemler dolar alip veriyorduk. Bu birikim nevi herkesin bir ihtiyacını karşılıyordu.  Emekli olunca da çoğu arkadaş buluşmalarını altın günü şeklinde yaptık Hem buluşma garanti oluyordu, görüşmüş oluyorduk, hem de tasarruf ediliyordu.Fakat zamana uymuş ve buluşmaları dışardaki kafe ve restorantlarda yapmaya başlamıştık. En son 2019 yılı sonbaharında dört arkadaş böyle bir günümüz vardı. Az kişiyiz çok da pahalı olmasın diye gram altın alıyorduk. Hiç unutmuyordum 275-285 TL idi gram altın en son buluşmada. Sonra pandemi oldu, günler falan hayal oldu. Ekonomiler zorlanmaya başladı. Buluşmayı zaten yapamıyorduk, paralı gün artan altın ve dolar karşısında hayal oldu.
 23 kasım 2021 Kara Sali olarak ekonomi tarihine geçti , benimde eski günler geldi aklıma ,ha bre artan altın fiyatlarını görünce ekranda. Konu da buradan açıldı. Altın dolar uçtu gitti. Çocuklar bile döviz takibine bakar oldu. Benzin 10 TL ha oldu ha olacak. Belki ben yazarken oldu bile. Ekrana bakarken altın gr.740 TL lere gelmişti.  Bir buçuk yılda beş yüz TL artış olmuş yaklaşık. Devalüasyon yaşadık.Bu yaşı bana yakın olanlar bilir, bizim ilk krizimiz değil bu.2001 yılında ,bol sıfırlı paralar zamanında da yaşadık. Çalıştığım bankacılık sektörü fena etkilenmişti. Bir ay maaşımızı kestiler, eşlerden biri bankadan çıkartılacak dedikoduları içinde tedirgin çalıştık uzun süre. Sonraları uzun hikaye. 
Geçen sene sadece sağlık için dua eder olmuştuk. Şimdi sağlığın yanına paramız pul olmasın diye dualarımıza ilave ediyoruz, hatta ilk sıraya alıyoruz. Şu yukarıda gördüğünüz bol sıfırlı para ile pazarda belki domates ancak alıyorduk, milyonlarca lira ise sadece elbise alıyordu. 6 sıfır atıldı da bu hale gelindi. Çok çok uzaklarda da değil o günler.
Yani, diyeceğim o ki,  umarım iyi günler bizleri, hadi bizi geçtim gençleri bekliyor olsun.

Mutlu hafta sonları.. 
 


harfler, uzun uzun rakamlar


Bu rengarenk, sıcacık  battaniyeyi örerken; bir sonbahar, bir kış, bir ilkbahar geçti.O zamanların bir de hikayesi var;

Hey gibi hey! Dışarıya çıkmaya korktuğumuz günlerdi. İlk ne zamandı kasım ayıydı galiba, ekranlarda çook uzak diyarlarda, milyarlarca insanın yaşadığı Çin'de bir salgın başladığını duymuştuk. O zamanlar buralara ulaşır mı?diye endişe duyanlar da vardı ama çoğu adını bile duymamıştı bu illetin. Ekranda sokak ortasında aniden düşüp kalan insanlar görüyorduk, koca bir eyaleti karantinaya almışlar, hatta karantinayı da insanların evden çıkmalarını yasaklama derecesine vardırmışlardı. Hastalık kapanları, tamamen beyaz tulumlar içinde yüzleri gözleri seçilmeyen görevliler ,zorla yaka paça evlerinden alıp karantina hastanelerine kapatıyorlardı. Çoğu ölüyordu. Ne ilaç ,ne aşı vardı, sadece korku hakimdi.

Sonra o uzak diyardan yayılmaya başladı hastalık, önce komşu ülkelerine , sonra bizim komşusu olduğumuz ülkelere ve Avrupa'ya ,tüm dünyaya. Pandemi ilan edildi. Tabi memlekete sıçramaması mümkün değildi ama bizde her şey normal gibi gösteriliyor önceleri,bu da halk arasında fısıltı gazetesinin yayılmasına, hastalığın ülkede de olabileceği söylentilerine neden oluyordu. Derken TV'lerde izlediğimiz  ünlü bir gezgin, hasta olduğunu tv de anlattı,yardım istiyordu. Kronik boğaz ağrısı idi kendince, sonra İngiltere'ye gittiğini ve orada hastalığı kaptığını öğrendi herkes. Bu arada ülkede ilk vak'a açıklandı. Sonra havaalanlarında kontroller, giriş çıkışlarda kısıtlamalar başladı. Bu kısıtlamalar devam ederken, hasta olanlar yurtdışından yurtiçine geldi, Avrupa'dan gelenler, umreden yarı hacılar, Doğu'dan gezmeye gelenler. Hastalık her yanı sardı. Yönetenlerden eski artistlerden Kadir Savun'a benzetilen tonton sağlık bakanımız olduğunu pandemi ile öğrenmiş, ağzından ne çıkacak diye izlemeye almıştık. Her akşam ekranlarda konuştu.Halkın kahramanı kurtarıcısı gibi, her dediğini dinledik. Uslu çocuklar gibi davrandık; hijyen dedi, tamam, maske dedi, tamam, kolonya dedi, zaten tamam ,mesafe tamam/sözde/ .Ama nafile,  salgın yayıldı,hem de nasıl, kurbağaları tencerede yavaş yavaş ısıttılar, zıplayacak ne  aklımız kaldı, ne yerimiz vardı. Tıpkı kıssadaki gibi ,tüm dünya kocaman bir tencere , içi de kurbağa dolmuştu.


Hayat Evlere Sığar, diye bir sloganımız oldu. HES. Herkese kimlik numarası dışında, bir başka numara taktılar. İsmimiz, TC miz, HES imiz. Harflar ,rakamlardan oluşan uzun uzun numaralar. Bunlardan ibarettik. Evlere sığıverdik. Alışverişi bile evden yapmaya alıştık. Bankacılık eve girdi. İşyerleri evden çalışılabildiğini gördü, öğretim evden başladı.

Çoluk çocuk ve yaşlı tayfası neredeyse evden hiç çıkmadı. Ağızlarımızda bir bez parçası ile dolaşmaya başladık. Çalışanlar işe gidip geldi, her yerler temiz tutuldu, kapandık iyice kapandık ama ne hastalığa çare oldu, ne yayılmasına. Baktılar ki olacak gibi değil, insanlar evlerde bir yere kadar. Çıkmayacağı varsa bile çıkası geliyor. Sonunda bilim insanları ve firmalar hastalığı önleyici aşılar geliştirdi. Bir umut ışığı parladı. Ülkemizde bize önce Çin aşısı yaptılar,Çin'de olay bitmiş gibiydi /hatta ilk açılan ülke oldu/ sonra Alman aşıları geldi. İnsanları yavaş yavaş aşılamaya ve salmaya başladılar. İlk önce, iflasların eşiğinden dönen  havayolları ile ulaşım açıldı sonra turizme yol verdiler. Çünkü dünya maddiyat üzerine dönüyordu ve kalpler hep bomboştu. Kalpler bomboş yaşanırdı lakin cepler boş asla:(


İşte hes'li günlerde , evdeki artık renkler ,ipler ve ben bir arada buluşup bu kocaman battaniyeyi , iki bahar bir kış zamanında bitirdik. Siyahı uzak tuttuğum, diğer ne varsa kullandığım renkler karmakarışık oldu ,tıpkı o zamanlar ki halimiz gibi. Salgın yine var, korkusu ile beraber yaşayıp gidiyoruz. Yapacaklarımızı yapıyoruz, yapmak istemediklerimize de bahane olmaya devam ediyor.  Bir de üstüne üstlük ekonomik kriz, yetişemediğimiz fiyatlar, satın alma gücü gittikçe düşen paramız derken bu kış salgına ilave yeni yeni travmalar yaşatacağa benziyor bize.

Şu an yeni bir battaniyeye başlıyorum,terapi yerine. Umarım yine siyahları uzak tutabilirim.

İyi pazarlar.. 

bir güzel istanbul sabahı.


Ben bu şehirde şikayetçi başı gibiyim bazen. Şöyle her şey güllük gülistanlık gibi yazayım, farkındalık modumu kapayayım, mış gibi muş gibi yapayım, yapayım n'olur sanki .Olamıyor, ne yazık bana.
Özellikle her İstanbul trafiğine çıkışta ,başka bir şehirde yaşamak özlemi dolup dolup taşıyor içimde. Hani bir boğaz havası alalım, hazır pastırma yazının son sürümü gündemden kalkmamış güzel şehirde, günlerden perşembe, mesai günü, saatlerden kuşluk vakti, herkes işinde okulunda değil midir?
Yok. 'Herkes Yollarda 'programı çoktaan başlamış. Hadi yoldur, kalabalıktır, tın tın tın gittik , boğazın kenarına. Zaten yalılar arasına sıkışmış ufacık çay bahçesi ,aman ki aman duyan gelmiş. Hatta bitirmiş gidiyor. Bu kadar mı işsiz güçsüz, boş gezen takımıvar bu şehirde. Hadi biz emekli tayfasıyız, hafta sonu  gerekmedikçe çıkmayız ama  gidişat hafta içinde de hafta sonu gibi bir yere çıkmanın zor olacağının sinyalleri ile dolu.  
Ancak içeride oturacak yer bulduk , uğultudan bir nebze uzak zaten dışarda ne manzara seyretmek, ne bir yudum sakince çay içebilmek mümkün. Sosyal mesafe ;sandalye arkalarındaki bir bant yazı ,hijyen; masalardaki fıs fıslı kolonya. Balıkesir'den getirtiyorlarmış. Dezenfektan kullanmaktan daha sıhhi bulmuşlar. Bence de.
Molamız  iki küçük çay içimi sürdü. Çıkıp biraz sokaklarında dolaştık Çengelköy'ün. Adım başı kokoreçci, midyeci, bir iki pastane, iki kafe arasında kalmış mahallenin nalburu bir de
insanın üstüne üstüne yürüyen diğer insanlar. 
Hayır bana mı öyle geliyor bilmiyorum ama; karşıdan gelen insanı görmezden gelip,kenara çekilme belirtisi göstermeden, bodoslama yürüyen bir insan türü var. Sen de öyle gitsen, çarpacaksın. La havle..
Sonra bindik arabaya ,neyse ki daha az kalabalık, daha sakin ,daha manzaralı bir boğaz kenarı bulduk rahat rahat bir kahve içtik. 
Boğaziçi dün çok güzeldi. Yazdan kalma günle durgun hava, mavili mavili deniz ve gökyüzü güzel buluşmuştu.
Sanırım buralara gelmeyeli iki üç sene olmuş.Belki daha fazla.Kalabalığı görmezden gelirseniz sadece odaklandığınız Boğaziçi olursa  kısa süreliğine , hayal ve masal dünyası gibi bir şehir seyrediyorsunuz. 
Bu seyir de çok iyi geliyor.
Epey idare ediyor.

sis ve büyükada

 Günaydın cumartesi sabahı.


Sabah şerifleriniz hayrolsun. Öylesine bir sis var ki dışarda. Göz gözü görmüyor. Dün kırkı yılda bir Büyükada'ya gidelim dedik, Motora* bindiğimizde günlük güneşlikti hava. Motorun açık havalı üst katı yeterli yolcuyu almıştı. Kimler yoktu ki; öğrencisinden, emeklisine, arap turistinden, genç üniversitelilerine, onlar kadar yaşı olduğu halde bebeklerini kucaklarına almış iki yeni heves anneye, kokoş hanım teyzelerden, (yaşına rağmen) tek tekerlekli sukıtırlarıyla(scooter) ada turuna çıkacak orta yaşı geçmiş beylere kimler kimler. Tam saatinde kalkan motor ,bir müddet gittikten sonra pırıl havayı terketip bir sis bulutunun içine giriverdi. Etrafı görmek ne mümkün. Sisi oluşturan nemli tanecikler bir anda küçük güverteyi doldurdu, buz kesti etraf, önce çocuklu anneler kaçıştı, sonra teyzeler, havaya güvenip yazlık giysilerle çıkmış çoğu genç. Hepsi alt kattaki kapalı alana doluştu. Bir ara  siren sesi duyduk ki  akabinde iki sahil güvenlik görevlisi motora yanaşan teknelerinden bizim tekneye geçtiler. Sanırım eskort eşliğinde motor yavaş yavaş siste yolunu bulup ilerlemeye devam etti. Bu arada başta yapılmayan HES kodu kontolü, maske kontrolü kılavuzumuz görevlilerce yapılmaya başlandı. Genelde çoğunluk maskeliydi/yarım yamalak/ Sonra sislerin arasından adanın iskelesini görüverdik, aniden. Tabii ki Heybeliada'ya niyet ettiğimiz halde kendimizi Büyükada'da inmiş bulduk. Boğaz'dan gelen motorlar sis nedeniyle geri döndüğünden dolayı Büyükada pek bir sakindi. 


Biz rahat rahat gezeceğiz diye sevinirken, esnaf; 'off !gün bitti işler kesat bugün, gelen giden yok ',diye ağlaşıyordu. Gerçi boş dedikleri ada ,aslında sabah erken gelenlerle oldukça kalabalıktı zaten. İyi havadaki yoğunluğu tahayyül edemedik. Biz ,yıllar sonra karşı kıyımıza geçmenin keyfini çıkardık, açılan hava ve dağılan sisle ortam daha da şenlendi öğleden sonra. Yerli ve yabancı turistler adaya ulaştılar.



Döndükten sonra evden baktım ki sis yine adayı kaplamış, denize bulut inmiş. 

İşte böyleyken böyle cumartesi sabahı.Sis hala devam, bırakın karşı adayı karşı bina görünmüyor. İstanbul'un sisli puslu günlerinden bir hafta sonu daha başlıyor.


Not; Şu eski tarihli yazımda motor ücretleri öyle iken ,şu anda bir kişi Kartal'dan Adalara gidiş ücreti;           16 TL. Herşey gibi burada da ulaşım ücretleri fazlasıyla artmış. 

Artan bir şeyde ada trafiği.Çok fazla akülü araç, motosiklet vs. var. Faytonların yerine geçen araçları merak ediyordum.İşte aşağıda resmini gördüklerinizmiş. Mini minibüs gibi. Yani pek estetik görünmüyor.Biz karşı kıyılılara söz düşmez Adalıların işine yarıyorsa, onlar beğendiyse, ne mutlu.

SQUID GAME



İpucu içerir✔

İzlediğim dizilerden konusunu değişik bulduklarım arasında üst sıralarda yer alabilir; Squıd Game dizisi . Ve ilk kez bir Kore dizisi izliyorum. Şunu gördüm ki toplum olarak sorunlarımız pek bir ortakmış. Komedi, dram,bilimkurgu gerilim  ne isterseniz var bu dizide. Başlangıçta  daha insani duygularla başlayan dizi, sona doğru gelişen olaylarla pek bir kanlı-bıçaklı  hale geliyor.
Olayın kahramanı şeker hastası annesi ile yaşayan ,karısından ayrılmış, henüz 10 yaşındaki kızını ayda yılda bir gören ,annesinin banka kartını çalıp parayı at yarışına yatıran hayırsız bir  Koreli. 
Bir de balıkçı bir kadının  iyi bir üniversiteyi dereceyle bitiren oğlu var ki o da annesini yalanlarla avuturken çalıştığı şirketi milyonlarca dolandırıp kaçak durumda kalmış. Bunlar aynı mahalle çocuğu .
Derken bizim esas Koreli, paraları at yarışlarında kaybedince mafya peşine düşüyor ve bir güzel benzetip parayı bulmazsa yapacaklarına dair tehditler savurup ,süre veriyorlar. Buralara kadar yerli film tadında.
Tam bu sırada Korelinin karşısına, düzgün giyimli yakışıklı bir adam çıkıyor onunla oynadığı bir oyunu kazanmasına karşılık hem para veriyor, hem de başka oyunlar oynamak için ona  kartvizitini vererek kendisini aramasını istiyor. Parayı basit bir oyunla kazanan Korelinin paraya olan ihtiyacı tabii ki onu karttaki numarayı aramaya itiyor ve  akşamına bir araç gelip Koreliyi alarak bilinmeyene doğru götürüyor.
 (Oyuncuları tek tek uber türü taşımaları ''aa!! survıvor mı yoksa bu'' dedirtti.) Meğer gerçek bir hayatta kalma mücadelesi imiş. Uyutulmuş halde getirilen 456 oyuncu geniş bir hangarda tertemiz yataklarda tertemiz giysilerle, klasik müzik eşliğinde uyanırken başlarında maskeli pembe tulumlu eli silahlı gardiyanları ile ıssız bir adada başbaşa kaldıklarından bihaber ,oyunlara başlıyorlar . 
İlk oyun, 'Yeşil Işık Kırmızı Işık'. Oyun alanında  başlayan gerçeklerle şoka giren oyuncular, cehenneme düştüklerinin farkına varıyorlar ama çok geç.
 
Sözün ettiğim gibi ilk Kore dizi deneyimim ,ilginç geldi bana.
1. sezon 9 bölüm. Hafta sonu bir solukta izledik. Bu aralar dizi gündemini bir hayli meşgul eden dizi izlenebilir kalitede. Tavsiye olunur.  

Guatemala'da Hafta Tatili

Okuduğum kitabın ismi bu./ yoksa hayat halen İstanbul'da akıyor/. Nobel Edebiyat Ödülü kazanmış yazarlardan  Miguel Angel ASTURIAS (1899-1974) Guatemala'lı bir yazar ve diplomat.1967 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'ne layık görülmüş. 

Bir çok eserinden bir tanesi olan (Weekend en Guatemala)'' Guatemala'da Hafta Tatili'' kitabı 1956 yılında yayınlanmış.  Kitabın içerisinde Guatemala'da yaşanan 8 öykü anlatılıyor. Hafta tatili denilince sakın aklına günümüz hafta tatilleri gelmesin. Kitap bir Amerkan saldırısı sonrası  halkın farklı kesimlerinden insanların yaşadığı acı dolu öyküleri, Guatemala'nın gözyaşlarını anlatan öyküler bunlar.
Kitabın ilk sayfasında şu şekilde bir ithaf var;
''Kahraman öğrencilerinin,
ezilen köylülerinin,
sömürülen işçilerinin,
savaşan halkının kanında yaşayan
Yurdum
GUATEMALA'ya ''

Kitap sayfa sayısı; 288
Türkçesi;Leyla GÜRSEL

Tebdili mekan yapmıştım

Haziran 14'ünde ayrıldığım kürkçü dükkanım İstanbul'a Temmuz'un sonunda geri döndüm. Özlemiş miyim? Biraz. Blog yazmaya devam ederim diye  düşünerek dizüstü bilgisayarı da yanımda götürmüştüm, kapağını dahi açmadım. Onun yerine epeydir okumadığım kadar okudum. Tabii ki sular seller gibi durmadan okuyanlar gibi değil benim ki ,yazlıkta ev işleri, denize gidip gelmeler ya da sadece sanıtmalar  arasında fırsat buldukça okunanlar. Bana göre epeydir en fazla okuduğum zaman. Okuduklarımdan biri hariç diğerleri aşağıda görüntülenmiş halde bulunuyor. Resmi yer almayan ise Jane Casey'in polisiye romanlarından 5.Kurban
Bu 5 kitap içerisinde severek okuduğum ilk iki;

1-Orhan Bahtiyar'ın Ateş Kırmızısı
2-Canan Tan'ın Pembe ve Yusuf 'u.
Ahmet Ümit 'in romanı bu sefer sarmadı beni, belki fazlaca mitoloji tarihine girdiği için, belki Nevzat Komiser ve ekibine alışmış olduğumdan ,gözlerim okurken onların maceralarını aradı ,kimbilir.


***********************************************************************************


************************************************************************************

yanarım halimize..

 


Cennet ve cehennem aynı yerlerde kendini gösterebiliyor tıpkı iyi ve kötünün aynı insanın içinde barınabilmesi gibi. Günlerdir cayır cayır yanıyor yeşilimiz, doğamız yanında yüreklerimizle birlikte. Yazık oldu güzelim ormanlara, içinde yaşayan canlılara. Aslında bize ve bizden sonraki bir kaç nesile yazık oldu. Doğa  kendini yeniler elbet yüzyıllar içinde ama ne yazık ki koskoca evrene nazaran kısacık ömürleri olan bu dönem insancıkları bunu göremeyecek. Yaktıkları, söndürmeyi beceremedikleri toprakla mücadele edip ,bir zamanlar buralar cennet gibiydi... diye anlatıp duracaklar.

Haberleri takip ediyorsunuzdur, skandal üzerine skandal yaratacak açıklamalar geliyor yönetmek üzere seçilenlerden. Uçak istemiyoruz gökte kalabalık yaratıyor ,diyen mi istersiniz, düğüne gittim di ben zaten ben başkan değil kayyumum diyen mi, keşke benim evimde yanaydı da bu evlerden benimde olaydı diyecekler ,diyen mi? Durup nefes alıyorum derin derin; şakadan kurulan bir memleket mi olduk, diyorum. Kimi ''help'' der, kimi yok biz '''strong'' uz der , daha neler neler..

Önce söndürün şu günlerdir süren yangını sonra paylaşın kozlarınızı, diyecek kimse var mı? Yok. Aklı başında olan herkes yangın uçaklarının neden kullanılmadığını sorguluyor, karşılığında aldıkları cevaplarda bahane bahane üzerine dizilmiş.  

Elinden gelen her türlü yardımı yapmaya çalışan, tanındığı için daha fazla yardım edebileceğinin farkında olup taşın altına elini koyanlara bile laf edilen memleket insanından bekleyecek çok bir şey kalmadı galiba .Mesela; Şahan Gökbakar instagram hesabında bulunduğu bölgedeki yangınla ilgili gelişmeleri an be an anlatıyor. Evi oradaymış, diye laf atıyorlar utanıp sıkılmadan.Oysa görüntüleri sayesinde orada çalışan görevlileri, köylüleri, gönüllüleri görüyoruz. Başka muhabirler, youtube yayını yapanlar yöreden haberler geçiyor. Herkes canının dişine takmış halde çırpınıyor. Hepsine canı gönülden kolaylıklar diliyorum, umarım bir an önce söner bu yangın ,zarar gören tüm insanlar, canlılar da bir an önce yaralarını sarmaya başlar.

Dualarımız, kalplerimiz onlarla. 


çay içer misiniz?

Sabah ilk işim çaydanlığı ocağa koyup, çay demlemek. Çaydanlıktaki su kaynarken, azıcık tivitırda haberlere göz gezdirdim. İyi bir haber alır mıyız ,diye bir beklentim yok maalesef, lakin haberlere bakmak adetten oldu. Eskisi gibi gazeteden almıyoruz haberleri ya da tek tip haber sunan TV kanallarından. Twitter var ,Youtube var  haber kanalı olarak. Şimdilik. İki satır okuyup bıraktım telefonu elimden. Hava da pek sıcaktı. Ağustos ayının 1. günü bugün. En sıcak günlerden geçiyoruz. Memleketin hali duman. Çaydanlığın altını kapattım. Vazgeçtim. 
Çay içesim gelmedi..(tık tık tık)
Bu günde su içeriz, dedim kahvaltıda. Üzerine de kahve. Varsın çaysız olsun bu gün kahvaltı.


sevda..

Dingin bir  haziran akşamı. Ebabil kuşları cırıl cırıl uçuşmaya başladı. Oradan oraya ,öyle telaşlı ve çığlık çığlığa uçuşuyorlar ki. Balkonda içtiğimiz akşam çayına melodileri ile eşlik ediyorlar. Bütün kış  karga ve martıların kalın seslerinden ,kumru guguklarından başka bir kuş sesi olmayınca, bu ebabil çığlıkları ve serçe cıvıltıları nihayet yaz geldi galiba dedirtti. Lakin haziran ayı yaza geçiş yapmamızı pek istemiyor gibi serin havalarıyla eşlik etmekte bize. İlk haftası hırkalarla, henüz kaldırılamayan yorganlarla geçti ki bu İstanbul için  fazla. Bu akşam gurubu öylesine kızıl pembe ki yarın hava kesin sıcak olmalı ,dedirtiyor. Aylardan Haziran ayı  benim için çok değerli .İyi ki kavuştum dediğim evlatlarımın dünyaya geldiği ay. Yıllar yıllar geçti,  doğum anılarımdan bahsedecek değilim. Gerçi bilinen laftır; erkeklerin askerlik anıları, kadınların doğum anıları anlat anlat bitmezmiş. Hadi kadınları anlamak kolay, düşünsenize canınızdan can doğuyor, bir anda dünya üzerindeki bağımsız günleriniz sona erip başka bir role bürünüyorsunuz, size artık anne diyorlar, küçüçük yüreklere bağımlı hale gelip, peşlerinde dolanıp duruyorsunuz. Bambaşka bir sevgi türü ile tanıştığınız yeni ,telaşlı bir hayata adım atıyorsunuz. Askerlikte ne var ?Bunu bir kadın olarak anlamam mümkün değil tabi. Yani bu kadar anı biriktirecek ne var ki. Belki babamın asker olmasından dolayı askerlik bana normal geliyordur. Dün albümleri bir yandan düzenler, bir yandan da ne var ne yok diye karıştırırken, sevgili bey'imin, onun ve benim erkek kardeşimin askerde çekilmiş, üniformaları ,kısacık saçları ile verdikleri havalı pozlu fotoğraflarına baktık. Hepsi güzeldi de en güzeli  rahmetli dedemin askerdeyken çekilmiş resmiydi. Dedemin ,anneanneme yazdığı kartpostal gibi bir fotoğraf. Askerlikte talim yaparken resim çektirmişler o da onu ailesine göndermiş. Arkasında inci gibi düzgün, hafif sağa yatık elyazısı ile yazdıklarından anlaşıldığı üzere  iki resim postalamış. Biri ailesine, diğeri karısına. ''Sevgilim'', diye hitab ediyor. Ne hoş. '' sana da resmin aynısını gönderiyorum'' diyor. ''Bu benim top ve benim erlere talim yaptırdığım resmim...'', gibilerinden bir kaç satır yazmış. Mürekkepli kalemle  yazılar, bazı yerleri dağılmış, silikleşmiş. Sararmış. Yıl 1944 .Şubat ayının ikisi. Çok eski. Çok sevgi dolu. Çok romantik. Dedem anneannemi kaçırıp evlenmiş. Biri 14'ünde biri 18'indeymiş. Sonra askere gidince ki askerlik uzunmuş o yıllar anneannem dedemin ailesinin yanında kalmış, onların çocukları ile birlikte büyümüş. Dedemler 5 erkek kardeşmiş ,kızları olmadığından ilk gelin olan ve yaşı da küçük olan anneannemi kızları gibi bağırlarına basmışlar. Anneannem de bebekken kaybettiği, hiç tanımadığı annesinin yerine kayınvalidesini koymuş. Uzun yıllar kalabalık büyük bir aile olarak yaşamışlar. Yaz tatillerini dedemlerin herkesin birbirine komşu olduğu  mahallemizde geçirmeye bayılırdım. Tüm çocukluk arkadaşlarım oradaydı. En çok sevdiğim yemek tavuktu, ben gelince mutlaka pişirirdi anneannem. Dedemle lades oynamadan bitirmezdik yemeği. Ben kazanayım diye unutmuş numarası yapardı hep. Mutlu çocukluk anıları işte, garip şeyler kalıyor hafızada. Sonra yavaş yavaş dağılmalar başladı tabi.İlk kopuş dedemdi. Anneannem dedemi çok erken yaşta kaybetti. Ben henüz ilkokul üçüncü sınıftaydım. Ani bir kalp krizi, anneannem ile dedemi ayırdı.. Anneannem yıllarca bazen kızlarıyla genelde onlara yakın ama  yalnız yaşadı. Çok sevmek böyle bir şey. ''Sevgilim'' diye kart göndermek ya da yapayalnız gibi görünse de onun hatıralarıyla, aşkın kalbinin içinde onun yerine de hayatı yaşamak.  
Bu kızıl pembe akşam üzerinde aklıma düştü dedemve anneannem,  nurlar içinde yatsınlar. Kavuşmuşlardır umarım. 

Çevremiz ikii..Kozak..

 Her gün Çevre Günü olsa yetmez sanırım. Biz yine bildiğimizi okuruz. Belki dünyanın her yerinde böyledir, yaşadığı yerin kıymetini bilmiyordur kimsecikler. Usul usul yok etmeye meyillidir insanlar ,kendileri de gidici olduğundan, bizden sonra tufan, diyorlardır için için. Günü kurtarmak peşinde gün tüketiyorlardır.

İşte son Çevre yazım, yine eski bir yazım.  


Ağustos 2017

Ayvalık'a gelmeden  önce Kozak tabelası görürsünüz, oradan sapın hemen. Zeytin ağaçları ,meyve bahçeleri ile dolu tarlalar sonrasında, her yeri çam ağaçlarıyla kaplı kocaman bir coğrafya içine düşersiniz. Bu orman içinde çam ağaçlarının arasında devasa büyüklükte ,
sanki gökten atılmış gibi çam ağaçlarının arasına serpilmiş granit kayalar gözünüze çarpar.
Şaşırtır sizi bu granit kayalar .O kadar büyükleri var ki 'oraya nasıl gelmiş', dedirtir, düşündürür.
Bağyüzü köyü yakınlarında bir Atatürk sevdalısı Sühan Şen bu kayaların üzerine müthiş bir eser yaptırmış.
Bir Atatürk Anıtı.
Kocaman bir granit kayanın üzerine yapılmış dev bir heykel. Çam ağaçlarının ortasında ,yolun hemen kenarında muhteşem bir görüntü.


 



 Bu güzel eseri görmek idi niyetimiz. Kozak yaylasına neredeyse bir 13-14 yıl önce gitmiştik.Kozak yaylası sadece fıstık çamı ağaçlarıyla dolu ,üzüm bağları meşhur ,Bergama'ya yakın 19 köyü kaplayan koca bir yayla. Lakin daha ormana girer girmez sizi artık çam ağaçlarından önce, ormana ağaçlara yayılmış bir hastalık gibi görünen taş ocakları karşılıyor. İnanılmaz üzücü bir manzara.O koca granit taşlarını un ufak edip ,kaldırım taşı yapıp yurt dışına satıyorlarmış.Bu taş ocakları yüzünden fıstık çamı kalmamış.(Bir köy bakkalından aldığımız dolmalık fıstığın kilosu 140 tl ).Üzüm bağları ne derece dayanır ya da kaldı mı bilmiyorum.
Atatürk anıtının tam karşısına da bir taş ocağı açmışlar.
Anıtın etrafı neredeyse çer çöp dolu. Bakımsız. Sanki bir inat sezdim, o ocağın oracığa açılmasına.
granit taşlar ve o fıstık çamları  dolu orman başka memlekette olsa bu derece kıymetsiz mi olurdu acaba.
İçim parçalandı.
Tatilimde beni en çok yaralayan manzara, bu çam ağaçlarının arasına hunharca saplanmış bir bıçağı andıran taş ocakları oldu.

                                                      (Medyadan alıntı)

Böyle bir sorunu olan köylüler buna ne derece ses çıkarıyor bilmiyorum,artık bağı bahçeyi
bırakıp bu taş işçiliğine soyunurlar:(
Milletin efendisi olmak yerine , taş ocaklarının işçisi olurlar.


Neyse,yolunuz buralara düştüğünde Atatürk Anıtını mutlaka görün.
Yorulup dinlenmek isterseniz ,buz gibi soğuk şerbetler , sıcak çaylar içebileceğiniz bu köy
çaybahçesi(Köyüm Cafe) sizi buralarda ağırlayacak güzel mekanlardan biri.
Buranın  fotoğraflarıyla
kapatayım yazımı .
Güzellik hayatımızdan eksik olmasın, bize verilmiş en güzel hediye olan
doğayı yok etmeden, faydalanalım,
 dileklerimle...


Çevremiz..

 05 Haziran Dünya Çevre Günü dolayısıyla eski bir yazımı paylaşıyorum. Malum şu aralar Marmara denizindeki müsilaj (deniz salyası)  en önemli gündem maddemiz. Çevre felaketi. Çok şaşırtıcı, korkutucu ,belirsiz ,sıkıntılı,nasıl geçeceği, geçecek mi yoksa kalıcı bir hasar mı olduğu belli olmayan bir durum. Bu doğanın denizlerin bir isyanı belki. Sadece Marmara değil ki çevre sorunlarımız, ya diğer canım güzelliklerimiz ,kıymetini bilmeden hor gördüklerimiz. Onlar da isyan ediyor ama bir süre gündemde tutup sonrasında unutuyoruz.Muhteşem doğamızın kıymetini o kadar az biliyoruz ki, vatandaş olarak da sorumluluğumuz var yapılanı korumama konusunda; yönetim olarak da sorumluluğumuz var bozma konusunda:(  Marmara gözümüzün önünde can çekişirken , diğer güzellikler de yavaş yavaş insan eliyle acımasızca yok ediliyor.

Onlardan biri Salda Gölü. Benim fotoğrafladığım zamanlardan(çok değil sadece 3 yıl önce) çok çok farklı şimdi medyadaki resimleri.  

Cumhuriyet gazetesinden alıntı

Yazık..Keşke doğal kalsaydı.
İyi ki o güzelim bozulmamış halini görebilmiş, bol bol fotoğraf çekmişim.


SALDA GÖLÜ 29.Mayıs 2018

Yıllardır orada durup dururken, sosyal medyanın birdenbire popüler yaptığı gerçekten insanı başka bir gezegene mi düştüm, hissine kaptıran bir köşe;
 Salda Gölü,
ki toprak yapısı, Mars gezegenine  benzermiş,rivayet öyle.Bembeyaz, pudra gibi yumuşacık bir toprak göz alabildiğince uzanıyor.
 Salda gölünün etrafının tamamı ,bu yapıda değil.Lakin aşağıda gördüğünüz gibi diğer tarafları da şahane manzaralar sunuyor ziyaretçilerine.

 Toprağın bu bembeyaz görüntüsü içeriğindeki sodyum, magnezyum ve az miktarda kilden kaynaklı. Balçık bir yapısı var, çok yumuşak, ayaklarınızın gömülmesi ihtimaline karşı rehberimiz uyardı, lakin hava sıcaktı ve toprak kuruydu şansımıza ,batıp çıkmadan rahat gezdik.Salda gölünün turkuaz rengi, suyun temizliğinden ileri geliyor.Su o kadar temiz , o kadar parlak cam gibi ki hayran kalmamak elde değil.  Türkiye'nin en temiz, dünyanın da sayılı temiz göllerinden.


 Salda gölünün suyu yarı tuzlu , gölün etrafında plajlar var, suya girilebiliyor.
Fakat çok derin bir göl.185 m derinliği ölçülmüş. Salda gölünün de sularının çekilmekte olduğunu da ,üzülerek öğreniyoruz bu gezimizde.
Gölün etrafı karaçam ormanlarıyla çevrili. Salda gölünün kıyısında kurulu Yeşilova beldesi ünlü yazar Fakir Baykurt'un da doğduğu yer, memleketiymiş.
Salda gölü sosyal medya tarafından bu kadar meşhur edilip , popülerliği artınca ziyaretçileri çoğalmış, hatta bir kaç yıldır  Elektronik Müzik Festivali düzenlenir olmuş .Ufak kamping alanları kurulmuş. Birde olmazsa olmaz yerli ürün satışı yapan, çay demleyip, gözleme pişiren ahali gölün civarına konuşlanmış.Otopark kurulmuş, hemen bir çarşı pazar havası yaratılmış




QUO VADİS?

 
Okumak için  tereddütle seçtiğim bir kitaptı ''Quo Vadis? '' Öncelikle kitabın ismini oluşturan sorunun ne demek olduğunu inceledim. Quo Vadis?   Nereye Gidiyorsun?
demekmiş. Bir efsaneye göre, Hıristiyan Ermiş Peter, Roma'daki Neron'un zulmünden kaçarken yolda karşılaştığı İsa Peygambere ''Quo vadis,Domino?''(Nereye gidiyorsun Efendim?'') diye sorar .Bu sorunun cevabı sonrası da Peter  kaçmaktan vazgeçip, gerisin geriye Roma'ya döner. Bu  hikaye hem romana adının vermiş hem de romanın son sayfalarına ,gelişen olaylar içerisine yerleştirilmiş. Roman daha çok maneviyat ve hıristiyanlığın Roma'da ilk yaygınlaşmaya başladığı Neron dönemi ve tek tanrılı bir dini benimseyenler üzerindeki Neron'un gazabını, uğradıkları türlü işkenceleri anlatsa da kitabın en güçlü başka bir yönü içinde barındırdığı  aşk öyküsüdür. Ki bu aşk öyküsü ile harmanlanmış İmparator Neron dönemi Roma'sı, kitabı bir solukta, heyecanla okumama neden oldu.
 
Konusuna gelince;
Olaylar Roma İmparatorluğunun son dönemlerinde geçmekte. Göz kamaştıran bir zenginlik içerisindeki Neron ve Soylular ahlaksız, inançsız, duygusuz,günlük hayatın zevkleri içinde kaybolmuş bir hayatın içerisinde yaşamaktalar.  Neron dönemi şatafat, sanat, zenginlik, güzellik üzerine kurulu gibi görünse de aynı zamanda acımasız, kanlı, vahşi ,ahlak anlayışının,inancın olmadığı bir düzen. Herkes ölümün ucunda yaşıyor. Zariflik Hakemi soylu Petronyus Neron'un en yakınındaki kişilerden. Yeğeni Vinikyus  ile yaşadığı Roma'da, bir gün bir soylunun evindeki şölende ülkesinden rehin alınmış Ligya Kralının kızı Prenses Ligya ile tanışıyorlar. Genç Vinikyus Ligya'ya görür görmez aşık oluyor.  Ligya'yı elde edebilmek için, o zamanın kuralları gereği, türlü oyunlar çevirmesine rağmen bunu başaramıyor. Gözden kaçırdığı şey , o zamanlar çok tanrılı bir dönem yaşayan Roma'da tek tanrıya inanan bir inancın yavaş yavaş gizlice yayıldığı ve Vinikyus'un delicesine aşık olduğu güzel Ligya'nın da bu dine inancı kabul ettiği oluyor. Roma'da çılgın  Neron'un Roma'yı yaktırıp kül etmesi ve bu yangının Hıristiyanlar yüzünden çıktığına halkı inandırması ile yanıp yıkılmış Roma'da kanlı, vahşi akıl almaz bir katliam başlıyor. Soylu Vinikyus' da kavuşamadığı aşkı uğruna ,olduğundan bambaşka bir ruh haline bürünüp,  hıristiyanlığa  geçiyor, Ligya'yı bu katliamdan ,atıldığı karanlık zindanlardan kurtarabilmek için canını dişine takıyor. Olaylar çılgın İmparator Neron'un sonunun gelmesine kadar gidiyor.  Neron'un saradaki şölenleri, Roma  yangını, arenalardaki işkenceler öylesine canlı, kanlı adeta kalemle resmedilmiş ki kitapta , sanki görmüş kadar etkilenmenizi sağlamış yazar .(Bundan sonra antik tiyatroları gezerken içim bir ürperir kesin)
Romanda geçen karakterlerin bir özelliği de gerçek karakterler olması. Mesela İmparator Neron, dönemin yazarlarından Petronyus, soylu genç Vinikyus, komutan Tigellinus ve bunun gibi pek çok karakter tarihte yaşamış ve roman karakterleri olarak kitaba dahil edilmişler..
  
Henryk Sienkiewicz (1846-1916) Polonyalı yazar 1905 yılında Nobel Edebiyat Ödülünü kazanmış. Yazdığı tarihi romanlar içinde Leh tarihi ile ilgili olmayan tek roman ve en büyük eseri olan ''Quo Vadis?'' kitabını 1895 de yazmış.

Quo Vadis?
Türkçesi ;Nihal Yeğinobalı
Sayfa sayısı;408

Not;Nobel Edebiyat Ödülü almış yazarların okuduğum eserleri serisinde, en beğendiğim, en sürükleyici, en güzel hikayesi olanlarda ikinci sırayı aldı Quo Vadis?.
.

evden bu kadar olur..

Dün 19 Mayıstı .Atatürk'ü Anma Gençlik ve Spor Bayramımızın 102. Yıldönümü kutlu olsun.Kısıtlamalı! da olsa Bayram kutlamaları vardı. Ama ben Bayram gibi hissetmedim. Etrafta da bayram kutlaniyormus gibi bir hava yoktu. Sadece açılmanın verdiği çoşkuyla sahillere, AVM'lere koşmuş kuru kalabalıklar vardı. Bir ara uzaktan hoparlörden bir ses işittim;
 'hah! dedim marş çalıyorlar galiba, arkadaki okul bahçesinden'. 
Meğer bizim son zamanlarda türeyen kuruyemiş satıcısıymış. Ne sattığı pek anlaşılmıyan mekanik  ,davudi bir erkek sesi bir şeyler satıyor yine.Genelde kuruyemiş, kuru kayısı, kuru incir vs..Mekanik sesli satıcısı olan beyaz minibüslü ''overlokçunuz geldi hanım'' cılara rakip oldu bir süredir.
Tam bu sırada Belediyenin marşlar çalan arabası ,baya yüksek sesle çaldığı marş ve şarkıları bangırtada bangırtada ne olduğunu anlamamıza fırsat tanımadan ,tren yolunun alt tarafındaki caddeden hızla geçti gitti. Tühh!  tek bayram kutlaması merasimini de kaçırdık. Tek derken,yanlış anlaşılmasın tabii ki Kurumlar sabah gidip Meydan'daki Atatürk Anıtına çelenk koymuş, İstiklal Marşımızı okumuş gereken merasim içinde kutlamalarını yapmışlardır. Bir iki gençlik etkinliği, araba, motorsiklet turları falan olmuştur. Ankara'dakiler çok şanslı Anıtkabir'e gidip, şükran, minnet,sevgi ,saygı duygularını sunmuşlardır. 
 Bilmiyorum, onun dışında sade vatandaşın evinde bayram hissedecek bir durum kalmadı gibi, umarım bana öyle geliyordur. Sosyal medyada bile artık fiks menü gibi her kutlama zamanı aynı şeyler dönüp duruyor. İnsanlar kendiliğinden bir şeyler yapma zahmetine bile girmeden geleni paylaşıyor, aynı kutlama postları kayıp duruyor ufacık ekranda.
Hele akşam ki ;Milletçe 19.19 'da İstiklal Marşı okunacak  haberi, sükutu hayal oldu. Fox Haber'de muhabir dışarıda anlatıyor;
'' 19.19 'da işte hep beraber marşımızı okuyacağız'', diye ,''evlerde bayraklar asıldı'',diyor, ''hareket başladı''. Diyor. Balkondaki Sevgili beye seslendim bende; ''İstiklal Marşı okuyacakmışız 19.19 'da.''Geri seslendi bana; 
''Saat 19.23 kaçırmışız hayatım! ''
Muhabir kız hala çırpınıyor ''başlayacak'' diye. Sonra artık stüdyoda başka habere geçildi ki tam o sırada CB İstiklal Marşını rötarlı da olsa başlattı. Etrafta hızla akan trafik ve martı seslerinden başka bir şey duyulmazken, hayat hızla akarken evde İstiklal Marşımız söylendi, 19 Mayıs Atatürk'ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı  çoşkuyla kutlandı. 


Pazar günü şampiyonu..

  

Bayram geldiği gibi, geçti gitti. Bugün pazar.Her zamanki günlük rutin devam ediyor. Whatsapp da buna benzer bir günlük tur programı yazmışlardı, gruplar arası dolaşıyordu, komik paylaşımlarda,bizim evdeki de ona benzer;

-Sabah kalkış, site bahçesinde yürüyüş.

-Kahvaltı hazırlıkları için eve dönüş..

-Kahvaltı sonrası mutfağın toparlanıp, akşam yemeği için çalışmalar.

-Kuşluk vakti bir Türk kahvesi molası, Bayram olduğu için*** farklı olarak*** yanında yenilen çikolata, tatlı.

-Aile, arkadaş telefon trafiği,

-***Farklı olarak*** Kızımla muhabbet, gıybet dakikaları.. Bayramın yegane güzel yanı kızımın gelmesi oldu, hastalıktan sonra onu öyle merak ediyordum ki, doya doya hasret giderdik aylar sonra, çok şükür.

- Öğlen şöyle biraz aparatif ,atıştırma sonrası şekerlemeye yatanlar olduğundan örgü, kitap ,blog üçlemesinden herhangi biri.Birini diğerine yeğ saymadığımdan gönlümün çektiği hangisiyse artık.

-Akşam üzeri ,olmazsa olmaz çay saati.

- Sonrası diziler, youtube falan..

-Akşam yemeği, sonrası mutfak toparlamaca, TV saati..

-Kapanış..

***

Maçlarla ,sporla arayı iyice soğuttu sevgili bey. Ben de uzaktan sadece Galatasaray ne durumda diye takip ediyorum. Bir zamanlar sıkı takip ederdik, kendisi Fenerbahçe'li ben koyu Galatasaray'lı ,güzel nispetlerimiz olurdu. Lakin herşeyde olduğu gibi sporda da tadı kaçırdılar. Biz de öylesine uzaktan izler olduk. Ama dün akşam baya bekledim şampiyonluk bize ha geldi,ha gelecek diye, son dakikaya kadar  ''bir gol daha,tamam'' modundaydık. 'Dık' diyorum çünkü FB şansını kaybedince sevgili bey de beni destekledi. Ama kısmet, Beşiktaş şampiyon oldu.

Tebrik ederiz Şampiyon Beşiktaşlıları...

***

Yarın17 Mayıs 2021 ve tam kapanma sürecinin sonuna gelmiş bulunuyoruz.İçişleri Bakanlığı bir genelge yayınlayarak 01.Haziran 2021 tarihine kadar Kademeli Normalleşme tedbirleri uygulanacağını belirtmiş.  En azından kafalardaki ''yarın ne yapacağız?'' sorusunu yanıtlamışlar. Hayırlısı artık..

Bayram Geldi Hoş Geldi..


 Biliyorsunuz ülkece kutladığımız Milli ve Dini bayramlarımız vardır. Dini Bayramlarımızdan ilki Ramazan Bayramı, diğeri Kurban Bayramıdır. Ramazan ayı boyunca tutulması farz olan oruçların bittiği gün,  Hicri takvimin 10. ayı olan Şevval'in 1.gününden 3. günü sonuna kadar Ramazan bayramı kutlanır. Hicri takvim ay takvimidir, güneş takvimi olan Miladi takvimden  kısa olduğundan, her yıl Ramazan bayramı,10-11 gün kadar erken kutlanır.

Kutlamalar sabah kılınan bayram namazı ile başlar. Sonrasında evlerde kahvaltılar, büyükleri ziyaretler, bayram ziyaretleri ile devam eden gelenekler vardır/dı. Bu bayramlar ,özellikle çocuklara ayrıca verilen değeri gösterircesine onlar için hazırlanan yeni giysiler ,verilen harçlıklar, ikram edilen şekerler ,tatlılarla daha bir sevinçlidir.

Kimi Ramazan Bayramı der, kimi Şeker Bayramı. Bu, zaman boyunca siyasi tartışma zeminleri içinde oynanan bir oyun gibidir. Ramazan kelime olarak Arapça ''Kuru sıcak'' anlamındadır. Muhtemelen sıcak zamanlarda başladığı için oruç ibadeti ,bayrama da sıcaklar adını vermiştir. Osmanlı'da ise oruç tutamayacak durumda olanların verdiği fitre olarak bilinen şükür sadakasındaki şükür zamanla şeker olmuş! ya da Ramazan sonrası bayramda ikram edilen şekerlemeler nedeniyle, bu bayram  Şeker Bayramı ismini almış ,diye yazanlar vardır. Siz hangisini tercih ederseniz artık.

 Şimdi gelelim ramazan bayramının olmazsa olmazı tatlı tarifine ki bayramın adına uygun bu tatlı tarifi ile olayın tadını da bağlamak istiyorum;

Şekerpare;

*1/2 paket (125gr) tereyağ

*1 yumurta

*2 çorba kaşığı irmik

*1 çorba kaşığı hindistan cevizi

*1/2 su bardağı pudra şekeri

*2 su bardağı un

*Yarımşar paket vanilya,kabartma tozu

Şerbeti için; 2 su bardağı toz şeker, 2 su bardağı su, bir kaç damla limon.

Un hariç diğer malzemeler, oda sıcaklığındaki tereyağ ile karıştırılıp, sonra un kontrollü olarak ilave edilir. Hamurdan parçalar koparılıp ,yuvarlanır, ortalarına fındık tanesi yerleştirilir. 180 derece ısıdaki fırında kızarana kadar pişirilir. Fırından alınınca ilk sıcağı geçince (3-4 dakika sonra) daha önce kaynatılıp ılınmış şerbeti verilir. Üzerine başka bir tepsi kapatılıp şerbeti çekmesi sağlanır.Ölçüleri iki katına çıkarabilirsiniz,ben gelen giden yok bu bayram diye yarım ölçü tarifi verdim.



Pandemi koşullarında geçirilen bu ikinci ramazan bayramı. Evlerdeyiz. İyiyiz. Herşeyin daha iyiye gideceği umudunu yüreğimizden eksiltmeden güzel bir bayram günü geçirmenizi , gönülden diliyorum.

Bayramınız kutlu olsun.

Buraya bir nostalji bıraktım.MUTLAKA TIK TIK TIK  

hatırlayanlar var mı burada görelim:)