Aralık


Aralık ayı ismine yakışır bir girişle geldi. Hava birden soğudu, grileşti, yağmurlar bir yağdı bir durdu ,kasvetli kış günlerinin geldiğinin haberini verdi. Kış kışlığını yapmaya karar verdi nihayet. Doksanların hava durumu sunucu ünlüsü Hülya Uğur'un dediği gibi; Havalar nasıl olursa olsun, sizin havanız iyi olsun..
Dün yine kek günümdü. Yine 90'lardan , annelerimizin günlerinden kalan bir kek olan çaylı kek yaptım. Henüz internette milyonlarca tarif yok iken, yapay zeka mutfak işlerine karışmıyor iken, tariflerin defterlere not edildiği, henüz sayılı yemek kitaplarından tarifler yapılırken çok çeşit yoktu ama olan çeşitlerin lezzeti de bir başka idi. Evde ve elde ne varsa onunla bir şeyler pişirmek, olay buydu.
İşte çaylı kek. (tık tık)  Bu sefer üç yumurtalı, 3/4 bardak şeker,!/2 bardak yağ ve 2 bardak unlu. Üzeride bol cevizli. 


 Hoşgeldin aralık ayı, yılın son ayı, ayın da ilk haftası, güzellik getir hepimize..

Evde Geçen Vakitlerde..

 bir roman...

Elif Şafak'ın romanı Gökyüzünde Nehirler Var 'ı bitirdim. Sürükleyici, masallardan masallara oradan acı gerçeklere varan hikayelerden oluşan bir roman. Kitabın kapağında, yazarın ismi ,romanın isminden büyük ve daha dikkat çekici yazılmış . Yine kapakta lapis lazuli taşı renginde kocaman bir su damlası var. Hikayenin başlangıç noktası bir su damlası ve devamında  lapis lazulu taşı ve mavisi..

İki nehir Dicle ve Fırat, onlara çok uzaklarda akan Thames nehri kenarında geçen hayatların masalsı hikayesi var romanda. Arthur 1800'lü yıllarda doğan bir adam, Narin ve Züleyha ise 2000'lerde yolları kesişen iki kadın . Sonda  üçünün birbirine zincirleme bağlı öyküsü. Arada Dicle, Fırat ve Thames nehirlerinin sularla akan hayatı. Büyük mezopotamya hükümdarı Asurbanipal'dan bir lapis lazuli tableti ile günümüze uzanan hikayeler zinciri. 

Çok güzel ,sürükleyici bir roman.


bir dizi...

Homeland dizisi pandemi döneminde evde kaldığımız zamanlar bir solukta izlediğimiz dizilerdendi,yedi sezon izlemiştik. Hatta dizi konusu ile ilgili de bir yazı yazmıştım ((tık tık) Şimdi son sezonu yayınlandı. Araya beş yıl gibi bir zaman girse de Ajan Carrie yine heyecan dolu maceralarda..Geçen zaman onu da yıpratmış;) Ama maceralar Afganistan ve yeni Başkan ile tam gaz devam etmiş. On iki bölüm yine heyecanla izlendi.


 


İptal..


 Yine turunculu ama bulutlu gökyüzü ile sıcak bir kasım sabahı. Aslında bugün kalabalık,eğlenceli ve iyi niyetli bir amacı olan yemekli toplantımız vardı. Bir kaç aydır düşündük, hazırlandık, davetliler istekli biz heyecanlı. Ülkemiz hep olaylı, kanıksamışız artık. Acımız hep var. İlk tarihimiz tam da yirmi şehidimiz olduğu günlere denk geldi, hemen iptal ettik. Bu güne karar kılındı. Bir gün önce teyitleşildi. Ama sonrasındaki sabah dokuzda arandık, aynı acımız sebebiyle uzunca bir süre bu tip etkinlikler iptal edilmiş, bildirildi. 

Evet askeri tesislerde bir organizasyona girişmek hep risklidir. Çünkü ülkemizde ,özellikle bir zamanlar devamlı gözyaşımız akar olmuştu, gencecik evlatlarımız için. Eğer askeriyenin bir sosyal tesisinde bir düğündü, yemekti, nişandı vs. etkinliğiniz varsa iptal olma olasılığını hep cebinizde tutmalısınız. Tabi askeri ve diğer devlet kurumlarının sosyal tesislerinde fiyatlar dışarıya göre daha uygun oluyor. Bu sebeple de daha çok tercih ediliyor. Eğer asker bir ailedenseniz düğün, nişan vs. gibi etkinliklere izin veriliyor. Bizim ailede de pek çok böyle davetimiz oldu, iptal gibi duruma denk gelmedik. Ama bu sefer öyle olmadı.11 Kasımdaki şehitlerimiz sebebiyle tüm toplantılar sanırım eğlenceli olanlar iptal olmuş. İkinci bir emre kadar.
Şehitlerimize Allahtan rahmet diliyorum.
Ama bu kadar mı moralsiz kalmamız isteniliyor.
Sanırım yas ilan edilmemişti.
Peki bu engellemeler üzerinden geçen zamana rağmen nedir? 
Tabii ki anlayamayız. 
Daha da yazmak istemiyorum.
Sonuçta yardım yemeğimiz son dakika iptal oldu. Şimdi üçüncüye sivil bir mekan bakacağız.  Kısmetten öte yol yok...

Güzel Havalar.

 

Bu sabah penceremden görünen gökyüzü henüz turuncuya çalıyor. Güneş tam ışıklarını salıverip ortalığı parlatmadan önceki dakikalar .Oysa saat sekizi geçti. Yıllardır enerjiden tasarruf edilecek diye hep yaz saati uygulamasındayız. Dolayısıyla güneşe geç kavuşuyoruz, sabahımızın en güzel saatleri karanlık geçiyor. 

Hava böyle bir tonda başlıyorsa, gün güzel geçecek demektir. Kasım başından beri akşamları serin, gündüzleri sıcak bir hava ile mutlu mesut bir sonbahar havasındayız.Tişörtler hala dolaplarda dip köşelere atılmadı, giyiliyor. 
İşte o turuncu sabahın öğlesi..Çılgın  esen lodosla saçı başı dağıtmış kadın gibi bir yaprakları çalkalanan koca bir dişbudak ağacı. Hala yeşil yapraklarını dökmediği için mutludur sanırım. Tam bir soğuk bekliyor iyice kuruyup, dalları ortaya çıksın ve toprağın altında yeni bahar için hazırlansın.

 Ya bu sahile ne demeli. Beyaz köpüklü dalgalar kumsala vuruyor, güneş parlak .Fotoğrafa baksan yazın en civcivli zamanı gibi. Oysa serin lodosun sesi kulaklarda, insanlarda sahilden karaya çekilmiş.
Kasım ayının son haftasındayız ve bugünlük hava şahane..

Yapay Zeka ile Kek..


 Evde kararmaya başlayan üç adet orta boy muz var. Nedense muzun en tatlı hali kararmaya başladığı zaman ki hali oluyor. Buna rağmen bu haldeki muzu evde kimse sevmiyor. Hafif bir kokusu oluyor ,belki ondandır. Bende kek yapayım ,dedim. Lakin çok şekerli ya da kalorisi fazla bir kek de olsun istemedim. Bu sefer ben  internette arayacağıma, yapay zekaya sorayım, dedim. Kendisi de bana muzla yapılacak , 'şekersiz 'bir muzlu kek tarifi veriverdi! 

Bire bir uyguladım tarifini.(tabii ki aklıma ve mutfak tecrübelerime uygun bir tarifti)
Harika bir kek oldu.
Yumuşacık,browni tadında, içi nemli, tok tutan bir kek oldu.
İşte tarif;
- 3 muz
-2 yumurta
-2 yemek kaşığı pekmez
-1 yemek kaşığı tahin
-3 yemek kaşığı kakao tozu
-1 tatlı kaşığı tarçın
-1/2 çay bardağı su (süt aslında fakat laktozsuz olsun istedim)
-1/2 çay bardağı sıvı yağ
-1,5 su bardağı un
-kabartma tozu
-bir çimdik tuz
-istenirse ceviz( ben kullanmadım)

Önce muz iyice ezilip, yumurta ,tahin ve pekmez ile çırpılır. Süt/su, yağ ilave edilir. En son da kuru malzemeler ilave edilir.
170-180 derecede fansız fırında 30-40 dakika kadar pişirilir.

İşte böyle ..Bu yapay zeka  internette gezinmemizi azalttı sanki. Eskiden kırk yere tıklardık,  şimdi yazıyorsun sana çeşit çeşit cevap veriyor. Sohbete bile meyilli:) Tüm sosyal medya mecraları birer yapay zeka kısmı çıkarmış. 
Bakalım bir sonraki buluşa kadar ,şimdilik hayatımız'' yapay zekalı'' oldu.

Bizim Buralar


 Eğitim  öğrenim hayatım Artvin'de başladı. Anaokulu ve ilkokul birinci sınıfı Artvin'de okudum.  Tabi çocukken insan her şeyi çabuk kapıyor. Hemen öğreniyor. Oranın insanı "bizim Artvin  da " derdi ve çocuk halimle hafızama o kelimeler yer edivermişti. İstanbul' a gittiğimiz de ben "bizim Artvin da" dedikçe büyükler gülerdi. Bir de fotoğrafçı vardı çocukken resim çektirmeye gittiğimiz. Kıpırdamadan duralım diye ''canlanma çekiyrum'' derdi, kıkır kıkır daha çok gülerdik. 

Hey gidi günler..

Artvin nereden çıktı ?derseniz. İşte dün şöyle bir yürüyüş ve bir kaç iş için Kartal'a indim. Minibüsten inince tren yolu altında bir geçit vardır. Çarşı meydanı ve sahil ile yolu ayırır. Güzel bir düzenleme yaptılar, oturma yerleri var. Genelde müzisyen gruplar şarkı söyler, gitar çalar. İsteyen oturup soluklanırken müzik dinler. Bu gün Karadeniz şarkıları söylüyorlardı. Kartal'da yaşayan Karadeniz'li çoktur. Benim de Artvin oradan aklıma geldi sanırım. 

Güzel Karadeniz ezgilerinin yankılaması duyulan geçitten geçip ,çınarların gölgesindeki meydana geliniyor. Oradan az ilerde sahil yolu ve marmara denizi sizi karşılıyor. 

Biraz yürüyüş yaptık. Sahil manzaraları çektik . Balıkçıya uğrayıp, bu aralar bolca  bulunan hamsi aldık. Akşam nevalesi de tamamlandıktan sonra haydi vakit tamamdır ,dedik, eve dönüş zamanı .. 

Bugünlük için de bir kaç sahil resmi çektim. Onlarda burada dursun. Hem günün anısı, hem de Artvin'i aklıma düşüren çarşı gezisinin izi olsun.






Gilindire Mağarası

 

Mersin’in Aydıncık ilçesine yolunuz düşerse, mutlaka görmeniz gereken bir doğa harikası var: Gilindire Mağarası, ya da diğer adıyla Aynalıgöl. Akdeniz’in kıyısında, denize bakan bir yamaçta yer alan bu mağara, sanki zamanın durduğu gizli bir dünya gibi. Gittiğim turda bu güzergah sürpriz oldu, programda yoktu ama rehberimiz biraz  zamanımız kalınca bizi bu mağarayı görmeye götürdü. İyi ki...

Gilindire mağarasının giriş ağzı denizden 45 metre yukarıda, yani ulaşmak için biraz merdiven inip çıkmak gerekiyor ama inanın, içeri girdiğinizde o yorgunluk bir anda unutuluyor. Sarkıtlar, dikitler, dev sütunlar, duvarlardan sarkan taş iğneler… Her biri adeta birer sanat eseri. Işık vurdukça parlıyorlar, tıpkı camdan yapılmış gibi.

Mağaranın en etkileyici kısmı ise sonundaki büyük göl. Su o kadar berrak ki, yansımadan dolayı “Aynalıgöl” denmiş zaten. Gölün sessizliği, damlayan su sesleriyle birleşince bambaşka bir atmosfer oluşuyor. 

Bilim insanları bu mağaranın çok eski dönemlerde, hatta Buzul Çağı öncesinde oluştuğunu söylüyor. Yani burası sadece bir doğa harikası değil, aynı zamanda geçmişin iklimine dair izler taşıyan doğal bir arşiv gibi.

Gilindire Mağarası 2013 yılında Tabiat Anıtı ilan edilmiş. Günümüzde hem doğa meraklılarını hem de fotoğraf tutkunlarını kendine çekiyor. Benim içinse, Akdeniz’in sıcak rüzgârı eşliğinde biraz serinlik, biraz da huzur demek oldu. 




Eğer yolunuz Mersin tarafına düşerse, biraz merdiven inmeyi göze alın derim. Çünkü sizi bekleyen şey, taşların sessizliğinde saklı büyüleyici bir dünya. 🌊✨

Gitmeden Önce Bilmeniz Gerekenler

  • Mağaraya giriş için belirli saatler var; sabah erken gitmek; hem serin hem sakin olur.

  • Girişe kadar yaklaşık 560 basamak bulunuyor, rahat ayakkabı şart!

  • İçerisi serin ama nemli, oldukça fazla  nemli. 

  • Fotoğraf çekmek serbest, ancak flaş kullanımı yasak.

  • En yakın yerleşim yeri Aydıncık merkez, ihtiyaçlarınızı orada karşılayabilirsiniz.

 

Savarona

Saygı ve minnetle anıyoruz. Her daim yüreklerimizde yaşıyor.


Deniz kenarında yürüyüş yapıyorduk. Bir baktık uzaklarda ,maviliklerde  kuğu gibi süzülen bir tekne var. Evet  ,benzetmemiştik ,o Savarona'ydı . Atatürk'ün ünlü yatı Savarona. 
Sağlığı kötüleşmeye başlayınca denizin ona iyi geleceği düşünülmüş .Eskiyen yatı Ertuğrul'un yerine Savarona yatının alınmasına Hükümet karar vermiş. Atatürk  vefatından önceki 54 gününü yatta geçirmiş son kabine toplantılarını bu yatta yapmış. Sağlığı iyice bozulup, durumu ağırlaşınca Dolmabahçe Sarayına alınmış. Atatürk'ün cenazesini , Dolmabahçe'den İzmit'e uğurlayan filoda Savarona'da yer almış.

Daha sonra Cumhurbaşkanlığı yatı olarak bir müddet korunmuş . 1950'de Demokrat Parti döneminde özel kişilere kiralanmaya başlayıp bazı olaylar olunca tekrar Deniz Kuvvetlerine verilmiş. Üçüncü Cumhurbaşkanı Celal Bayar'da Savarona'yı Cumhurbaşkanlığı yatı olarak kullanmış. 
Yıllar içinde pek çok kez el değiştirmiş ,satılması hatta hurdaya çıkarılması  bile konu olmuş. Fakat her defasında Cumhuriyet'in simgesi olarak ayakta kalmayı başarmış.
En son tekrar Cumhurbaşkanlığı yatı olarak kullanıldıktan sonra, 2019 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından Deniz Kuvvetleri Komutanlığına devredimiş.2023 yılında yapılan onarım çalışmaları sonucunda geminin tekrar deniz Harp Okulları öğrencilerinin açık deniz seyir eğitimlerinde kullanılacağı açıklanmış. .En son 30 Ağustos MaviVatanFest kapsamında, İstanbul Boğazından geçen filoda görkemli haliyle yer aldı.   
Mustafa Kemal Atatürk'ün manevi mirası Savarona yatında ,halen  eşyalarının bir kısmı sergilenmektedir. 
Ata'mızın son günlerine tanıklık eden, yıllar içinde pek çok kez unutulan, tekrar hatırlanan Savarona; galiba kalplerimize demirlediği için her seferinde korumayı başardığımız Savarona'yı uzaktan görmek bile bir an için tarihle göz göze gelmek gibi heyecan ve duygu yarattı.
  


Not: Bu 1000.yayınım .Böyle özel bir tarihe denk geldi. 

Bir Tabak Hatıra

Geçen hafta oğlumun işyerinde, kendi evlerinde hazırladıkları yemeklerle yapacakları bir öğle yemeği düzenlemişler.  İşte herkes ne yaparsa onu getirecek, birlikte yiyeceklermiş. Tabi iş bana düştü. Aslında kendisi de gayet güzel şeyler pişirebilir ama sanırım gözü korktu bizim oğlanın, yemek  kalabalık bir grup için olunca. Genelde herkes bol miktarda hamur işi , pasta ,börek yapacakmış. Biz de mercimekli köfte yaparak olaya salata türü ile dahil olalım dedik. Mercimekli köfteyi güzel yaparım, söylemesi ayıp!:) Genelde sevdiğim şeyleri güzel yaparım . 

 Neyse efendim yaptım, götürdü oğlum, güzelce yemişler yemeklerini. Sonrasında tabağı unuttu bizimki işyerinde. İstedim getir tabağımı ,diye. Sevmem tabağım gittiği yerde kalsın:) Bir kaç güne tabak geldi.Güzelce yıkanmış tertemiz. Kaldırıcam yerine, baktım bir şeyler tıkırdıyor içinde. Kapağını açıp içine baktım,  üç tane, renkli parlak kağıda sarılı çikolata. 
Tabağı boş göndermemek adına konulmuş; tatlılık.

Bizim adetlerimizdendir; bir komşun sana yiyecek bir şey getirmişse tabağını geri verirken içine sende bir şeyler koyarak iade edersin. Artık evinde ne pişmişse ya da dolabında ne varsa. Ama tabak boş verilmez. Güzel bir adetimizdir. 

Bir zamanlar evler küçük sokaklarda, kapılar camlar birbirine yakın, güzel dostluklar,komşulukların
olduğu sokaklar vardı. Apartman olan yerlerde bile çoğu daire sakini birbirini tanır, komşuluk ederdi. Özel bir yemek mi pişti? ufak bir kaba konularak, evde pişer komşuya da düşerdi tadımlık. Hele ki hamile bir komşunuz varsa ,her tür kokulu yemek, canı çeker, aşerer ,diye düşünülerek mutlaka paylaşılırdı. 
Özel günlerde aşureler , pişiler, helvalar komşular arasında dağıtılırdı. Tepsilere konulur, kapı kapı dolaşılırdı. Kimi kabı hemen boşaltıp iade eder, vermezse daha sonraki gün yine evde pişen her hangi bir yiyecekle komşunun kapısı çalınırdı.
Şimdilerde bu adet kalmadı. Artık bırakın yiyecek ikramını helva, aşure gibi yiyecekler bile plastik ya da alüminyum kullan-at tabaklarda veriliyor. O da verilirse, pişirilirse. 
Büyük şehirlerde bu adetler yok olmaya yüz tuttu.
Oysa ne güzel geleneklerimiz, mutfak adetlerimiz var/dı.

İşte böyle küçük çikolatalarla bile bunları devam ettirenlere, usul bilenlere gönülden sevgiler olsun.
Bu sabah benim yüzüme bir gülücük kondurdu .Hatta yetmedi,  bu yazıya da vesile oldu. 


Kanlıdivane Obruğu

 


Kızıl Taşların Sessizliği

Mersin’in Erdemli ilçesinde, antik Kanytellis kentinin kalbinde yer alan Kanlıdivane Obruğu, ilk bakışta insanı büyüleyen bir doğa harikası. Dik yamaçlarla çevrili, 95 metre derinliğinde dev bir çukur. Aslında bu devasa boşluk, yer altındaki kireçtaşı mağarasının tavanının çökmesiyle oluşmuş. Zamanla doğanın sabırsız gücü ve yerin altındaki sessiz hareketler birleşince ortaya bugünkü görkemli obruk çıkmış.

Obruğun güney ve batı duvarları çökme ve erimelerle mağaramsı bir yapı kazanmış. Batıdaki doğal teraslı yapının üzerine ise zaman içinde kayaya oyulmuş basamaklar yapılmış. O basamaklardan aşağı bakarken, binlerce yıl önce burada neler yaşandığını düşünmeden edemiyor insan.





Obruğun çevresinde antik Kanytellis’in izleri hâlâ canlı. Hellenistik Dönem’e ait gözetleme kulesi, kiliseler, sarnıçlar ve hatta bir zeytinyağı atölyesi… Her biri ayrı bir hikâye anlatıyor. En dikkat çekici kalıntılardan biri de Rahip Aba’nın Mezarı. Tüm bu yapılar, sanki o dev çukurun sessizliğine tanıklık eden taş hafızalar gibi çevresinde dizilmiş.

Kanlıdivane’nin isminin nereden geldiğine dair farklı söylentiler var. Kimi “kanlı kurban törenlerinden” söz eder, kimi “kızıl taşların gün batımında aldığı renkten”. Hangisi doğru bilinmez ama güneş batarken o kızıllığın obruğun taşlarında nasıl yankılandığını görünce, adının hakkını verdiğini düşünüyorsun.

Burası sadece bir antik kent değil, doğanın ve tarihin iç içe geçtiği sessiz bir hatıra mekânı. Her taşında hem doğanın gücünü hem insanın izini hissediyorsun.

Obruğun kenarında durup aşağı baktığımda rüzgarın sesiyle taşların hikâyesi birbirine karıştı. Kanlıdivane gerçekten de hem ürkütücü hem büyüleyici bir yer.

 


Kadınlar Matinesi..

(İnternetten alıntı)

 Çocukluk zamanımdan beri bir kaç kez içinde bulunduğum bir etkinlik ; Kadınlar Matinesı. 

Belki bizim memlekete has bir eğlence kültürü, yabancılarda da var mı bilemiyorum. Daha çok kapalı yani kadın ve erkek olarak iki cinsin bir arada eğlenmesinin ''münasip'' görülmediği toplumlara has olabilir. Belki dini belki geleneksel belki başka sebeplerle. Her neyse işte, yine de Kadınlar matinesi şahane bir eğlence olayıdır, her dönemde :)

Matine; gösteri dünyasında gündüz yapılan gösterilere verilen isim. Kadınlar Matinesi de genelde gündüz yapılan kadın kadına eğlenceler anlamında kullanılır. Çocukluğumda Gazino kültürü vardı İstanbul'da.  Genel olarak geceleri içkili, yemekli gazinolarda ünlü bir assolist ve alt kadrosu sahne alır, kadınlı erkekli müşterilerini eğlendirirdi. Bu gazinolar bir de haftanın belirli gününde/genelde çarşamba günleri/ sadece kadınlara gündüz programı yapardı. Kadınlar evden pikniğe gider gibi hazırlayıp götürdükleri yiyeceklerle ,dolmalarla,böreklerle, hem yer içer hem de ünlü sanatçıları dinleme şansını elde ederlerdi. Babamın mesleği nedeniyle Anadolu'da yaşadığımızdan sadece yaz tatillerinde İstanbul'daydık. O nedenle hatırladığım bir iki matine olayı vardır. 

Ama Mesela hatırladığım Caddebostan Maksim Gazinosunda (şimdi ki migros) Hülya Koçyiğit'i izlemiştik. Beyaz, göbek kısmı dekolteli ,vücudunu saran çok hoş bir kıyafet giymişti. Sesi pek yoktu ama çok güzeldi. O zamanlar sinema artistleri sahne alsın diye talep vardı, güzel söyleseler de söylemeseler de gazinolarda görünüyorlardı. Bir de daha sonra artık gazinoların son demlerinde Taksim'deki Maksim gazinoya gitmiştik. Emel Sayın çıkacak sahneye diye hevesle gittiğimiz gazinoda, sanırım rahatsızdı ya da belki başka sebeple onun yerine Samime Sanay çıkmıştı. Samime Sanay'ın sesi de bir başkaydı hani. Emel Sayın belki hem ses hem göze hitap eden bir kadın olsa da Samime Sanay ile ses konusunda yarışamaz gibi geliyor.

Bu Kadınlar matinesi konusu nereden açıldı derseniz ,yıllar yıllar sonra kadınlar matinesi günümüz versiyonu ile buluştum. Aklımın ucundan geçmeyen bir yerde. Kendime hediye ettiğim tatilde dördüncü geceydi. Anamur'da kalacağımız otele geldik. Otel sahibi bize o gece her ay düzenledikleri Kadınlar Matinesi olduğunu ve bize de bir masa ayırdığını bildirdi. Mutlu olduk tabi. Akşam saat sekizde masamıza yerleştiğimizde yöre halkının kadınları yavaş yavaş teşrif ettiler. Kapalı, açık, çoluk çocuk hepsi şık ,düğüne gidercesine giyimli, kuşamlı geliyorlardı. Salon tam kapasite doldu. Önce yemekler hızla servis edildi, yenildi, tatlılar meyveler geldi ve kısa süre sonra ortalığı kasıp kavuracak şarkıcı delikanlımız sahne aldı. Aman ondan sonrası vur patlasın çal oynasın. Kimse oynamaktan yerinde oturmadı, pist hiç boş kalmadı, zılgıtlar, halaylar, göbek havaları ve ilk duyduğum yöre şarkıları ile iyice kurtlar döküldü, keyifler zirve yaptı. İnanın İstanbul'da kadınların böyle rahat rahat eğlendiklerini görmedim. Gece saat on iki yi gösterdiğinde artık piller bitmiş, eğlenceye doyulmuştu. Bizler odalarımıza çekilirken misafirler geldikleri araçlarla otelden ayrıldılar. 

O gece çocukluğumun Kadınlar Matineleri ile günümüzün kadınlar matineleri arasında bir köprü gibiydi. Kadınlar  toplum baskısından , rollerinden sıyrılıp özgürce kahkahalar atmak, eğlenmek istiyorlar ve bu zamanlar değişse de değişmiyor. 

Velhasıl tatilimden  güzel bir anı olarak zihnimde yerini aldı, bu şekilde de kaleme döküldü..



 

Veda..

 Bu gece aniden çalan telefonda çocukluk arkadaşımın adını görünce, ''Kurtulmuş..'' dedim. Zar zor gözlüğümü bulup kapanan telefonu tekrar açıp, aradım arkadaşımı. Sesi ağlamaklıydı. 

 ''Kaybettik..'' dedi. Bu saatte aradığı için özür diledi.,

 '' Ne demek o,saçmalama,'' dedim. Cenazenin kaçta kalkacağını bilmediğini, sonra haberdar edeceğini söyleyip kapattık. Bir süre uyuyamadım. Baktım olmuyor ,kalkıp dualar ettim. Uyumuşum. 

Müzeyyen teyze, çok güzel bir kadındı. Hatta sokağımızın en güzel kadını. Gür siyah saçları, beyaz teni, kırmızı rujlu dudakları ,hoş duruşu, güzel konuşması. Çocukken hayran olduğumuz kadınlardan. Eşini çok genç yaşta kaybetmişti. sanırım biz o zamanlar 20'lerimizi başındaydık. Arkadaşım ve on yaş küçük erkek kardeşine , hem anne hem baba oldu yıllarca. Bir daha evlenmedi, hep çocuklarını çevresinde tuttu, onlarla birlikte yaşadı. 

Arkadaşım evlendi ,Müzeyyen teyze yine onlarlaydı. Evlilik yürümedi, damat gitti onlar ana-kız ayrılmadılar. Yıllar sonra arkadaşım ikinci kez yuva kurdu ;bu kez annesinden ayrı bir evde yaşama kararı aldı ama sadece iki apartman ötede. Zaten Müzeyyen teyze de oğlunu evlendirmiş ve gelinini yanına almıştı. Şanslıydı; gelini ona ikinci bir kız evlat oldu ,arkadaşım içinse olmayan kız kardeş gibi.

  Uzun yıllar, herkes gibi inişli çıkışlı da olsa, güzel bir yaşamları oldu. Gel gelelim hayat bir yere kadar düzgün gidiyor. Yaş ilerledikçe hastalıklar artmaya başladı. Gençliğinden beri çok fazla sigara içen Müzeyyen teyze ,pandemi yılları ile birlikte sıkıntılı süreçlere girdi, hastalıklarla boğuştu . Sonuçta hepimizin kaçınılmaz sonu ile bir sonbahar günü ,yirmi altı gün kaldığı yoğun bakım odasında karşılaştı. Hayata veda etti. 

Dün ikindi vakti cenazesindeydik. Kapalı bir havada  koyu gri bulutlar, serpiştiren yağmur taneleri ve esen lodos rüzgarı eşliğinde uğurlandı. Cenaze mezarlığa defnedilirken ,kalabalık dualarla yanındaydı. ''Önceden kadınlar mezarlığa gelmezdi'' dedi arkadaşım. 

''Evet,'' dedim ''cenaze adetleri de değişti.''

 Hoca efendi getirdiği mikrofonla, ekolu sesiyle bir mezarın kenarına oturmuş ,dualar okumaya devam etti. Toprağa verilme bittikten sonra, arkadaşım ve kardeşi kenarda düzgün bir yerde durup taziyeleri kabul ettiler. Sırayla sıkılan eller, üzgün yüzler , teselli kelimeleri..

Müzeyyen teyze ile vedalaşma zamanı. Mekanı cennet olsun.


 Not:Haftasonu kaybettiğim can arkadaşımın annesi için bir anı olarak kaleme aldım.


Kız Kalesi🏰

   


 Kızkalesi, Mersin’in Erdemli ilçesine bağlı efsanelerle dolu bir sahil kasabası. Tarihi Bizans Kalesi, masalsı hikâyeleri, uzun kumsalları ve turizm potansiyeliyle Akdeniz’in gizli güzelliklerinden biri.

🌅 Efsanelerle Başlayan Bir Hikâye

Mersin’in güzel ilçesi Erdemli’ye bağlı Kızkalesi, adını sahilin hemen açıklarında, denizin ortasında yer alan tarihi Kız Kalesi’nden alıyor. Kale, Bizans döneminde, Haçlı Seferleri sırasında Bizans imparatorları tarafından inşa edilmiş. Kıyıya oldukça yakın konumu sayesinde hem stratejik hem de görsel bir simge haline gelmiş.

Bu kalenin adı, Türk coğrafyasının birçok yerinde tekrar karşımıza çıkar — ve çoğu zaman aynı temaya sahip bir efsaneye dayanır:
Bir kral, güzeller güzeli kızını çok sever. Ancak bir kahin, kızının bir yılan sokmasıyla öleceğini söyler. Kral, onu korumak için kaleye kapatır. Ne var ki kaderden kaçılmaz: bir gün kaleye gönderilen meyve sepetinin içine gizlenen yılan, prensesi sokar.

Efsane, her anlatıda değişse de özü hep aynıdır:

Kaderden kaçış yoktur.

🏖️ Günümüz Kızkalesi: Betonun Arasında Bir Cennet

Bugün Kızkalesi, bu efsanenin gölgesinde yaşayan canlı bir tatil beldesi.
Sahili uzun, sığ ve pırıl pırıl. Denizi berrak, kumsalı incecik. Sahil boyunca oteller sıralanmış; arka sokaklarda ise Mersin’in ünlü apartman yazlıkları yükseliyor. Ancak güzelliğin ortasında insanı üzen bir manzara da var: aşırı betonlaşma.
Dağ taş yüksek katlı sitelerle dolmuş; nefes alacak alan neredeyse kalmamış. Plansız ve düzensiz yapılaşma, doğanın güzelliğini gölgede bırakıyor.



🌍 Turizmde Farklı Kaderler

Mersin, Tarsus ve Anamur sahilleri muhteşem olmasına rağmen, turizm yatırımları sınırlı kalmış. Bölgedeki oteller küçük ölçekli ve genellikle yerli tatilcilere hitap ediyor.
Oysa Antalya, Side, Manavgat ve Alanya bölgelerinde devasa, konseptli oteller birbiri ardına dizilmiş.
Bazıları 5000 odalı — neredeyse bir kasaba büyüklüğünde! Bu tesisler, Avrupa ve İskandinav ülkelerinden gelen turistlerle dört ay boyunca tam kapasite çalışıyor.


💭 Bir Efsanenin Gölgesinde

Kızkalesi hâlâ kendi efsanesini yaşatıyor.
Tarihiyle, deniziyle, sahiliyle büyülüyor; ama bir yandan da modern dünyanın baskısı altında nefes almaya çalışıyor.

Belki de Kızkalesi’nin prensesi gibi, bu topraklar da kendi kaderine mahkûm…
Güzelliğiyle büyülüyor ama insan eliyle yavaş yavaş boğuluyor.

 

Toros Dağlarının İzinde

  Bu yıl benim için Toros dağları yılı oldu. Mayıs ayı başında Ermenek, Karaman’dan başladığım Toros dağları civarı gezmelerimi, Akdeniz’de uzanan Toros dağlarını gezerek sonlandırdım. Kimi zaman içeri girerek, kimi zaman denize inerek, açık bir “M” harfi şeklinde tüm Akdeniz boyunca sıralanan Toroslar muhteşem dağlar. İsmini Tauros, yani başı boğa gövdesi insan olan bir tanrıdan aldığı söylenir.

Her bölgesi ayrı bir güzellikte olan Toroslar bu yıl bana ülkemizin ne kadar güzel, verimli, doğal ve tarihi yapılara sahip olduğunu bir kez daha gösterdi.

Toroslar sadece görkemiyle değil, barındırdığı yaşamla da büyüleyici. Dağ köylerinde hâlâ geleneksel yaşam sürüyor; keçi sürülerinin çan sesleri yankılanıyor, taş evlerin arasında tandır ekmeği kokusu dolaşıyor. Her vadide farklı bir hikâye, her zirvede başka bir manzara var.

Antik çağlardan bu yana birçok uygarlık Torosların eteklerinde yaşamış. Dağların arasında gizlenmiş antik kentler—Olba, Diocaesarea(Uzuncaburç), Termessos, Selge, gibi—bugün hâlâ zamana direnircesine ayakta duruyor. Bir zamanlar ticaret yolları bu geçitlerden geçer, insanlar hem denize hem dağlara uzanan bir yaşam kurardı. Toroslar, doğa ile tarihin el ele verdiği bir açık hava müzesi gibi.





Çınarların gölgesinde dinlenirken, dağdan inen serin suların sesi insanı başka bir zamana götürüyor. Her adımda hem Anadolu’nun köklü geçmişine hem de doğanın saf güzelliğine dokunuyorsunuz.

Toroslar bana bu yıl sabrın, dinginliğin ve doğaya yakın olmanın önemini hatırlattı. Her zirvesi, her taş yolu insana hem tarih hem huzur fısıldıyor.

 

Memleketimiz bir cennet..

Kıymetini bilelim..

Yolculuk..

 


Bugün önce havaalanına götürecek araç için yapılan görüşmelerle başladı. Saat konusunda bir kaç kez fikir değişti. İstanbul'da trafik ve havaalanının durumları tahmin edilebilir değil. Ama ben erken gidip beklemekten yanayım. Sabah altı buçuktaki uçağımız için rehberimiz dörttte alanda olun diyorsa erken çıkılacak demektir yola. Neyse ki SGH bize çok yakın. Akşam üzeri bavulda hazırlandı. Sıcak yerlere gitmek güzel, bavul hafif oluyor. Zaten ağır taşıyamam ,omuzum pes edebilir, protezde sıkıntı yaratır.

Araç tam zamanında geldi, vakitli gidip uzun süre bekledik. Sonra kalabalık bir apron otobüsü ile uçağımıza bindik. Kaptanımız bizi gayet rahat uçurdu.✈️  Bu arada ulaştırma bakanın söylediği bedava su ikramımız da yapıldı.  🥛 

Bir saat sonra Adana 'ya indik. Daha doğrusu Tarsus'a çok yakın olan yeni  Çukurova havaalanına indik.Adana'daki havaalanı kapatılmış.

Adana sabah bizi hafif bir yağmurla karşıladı. Önce Seyhan nehri üzerindeki Taşköprüyü görmeye gittik. Taşköprü bir Roma dönemi eseri.21 gözlü inşaa edilen, köprü şu an 14 gözlü olarak hizmet veriyor. Adana'nın Seyhan ve Yüreğir ilçelerini birbirine bağlıyor. Seyhan nehri kıyısında Adana güzel yerleşim yerleri oluşturmuş. Adana bilindiği gibi Türkiye'de tarım denilince akla gelen şehirlerden, bir zamanlar pamuk tarlaları ile ünlüydü. Şimdilerde başka pek çok üründe yetişiyor ama pamuk eskisi kadar yok. Verimli ve çok sıcak topraklar.  


Türkiye'nin en uzun saat kulesi. 32 metre yüksekliğinde, Seyhan'da bulunuyor.1882'de inşaa edilmiş. Bu arada ikinci en yüksek saat kulesi de Dolmabahçe'deki saat kulesidir.


Tabii ki yemekleri , mutfağı da insanların buraya gelme sebeplerinden. Hele bir kebabı var ki nefis. İstanbul'a kıyaslanmayacak kadar ucuz ve bol ikramlı. Bir de bici bicisini merak ediyordum ama pek çok yerde sokakta satılıyor .İşte bunun için tatmaya cesaret edemedim.

Evet bu gezimizde Adana'dan yola çıkıp Tarsus ,Mersin , Silifke,Anamur, Taşucu, Alanya,Side ve Manavgat vardı..

Yeni yollara çıktık. Hepsini yazar mıyım?  Bilemiyorum. Ama etkilendiklerim ve dikkatimi çekenler yazılarıma konu olacaktır.

Bugünlük.

  


Dolapta kalan iki adet yufka ile yaptığım uydurmasyon börek nasıl da kabardı, nasıl da lezzetli oldu. Bazen o kadar özenirim, malzemeleri özenle seçerim, tarifi kılı kırk yarar uygularım ,sevgi ise onu da katarım, ı ıhh ,olmaz . Bir şeyi eksi olur o kadar özendiğim gibi olmaz, tat vermez, az pişmiş, çok pişmiş yani bir şeyi eksik olur işte. 

Bazen de böyle uğraş vermeden ,şip şak yaparsın, nefis olur.

Dünkü masmavi, pırıl pırıl günlük güneşlik cam gibi havadan sonra bugün İstanbul kapalı, serin, yağmurlu. Dün o güzel havada hiç dışarı çıkmadım, balkonda güneşin karşısında mavi üzerine beyaz serpmeli bulutlara bakarak epey oturdum. 

Bugün yağmurda olsa çıkıp yürümek lazım.  Beden çalışırsa ,zihin dinlenirmiş.


Gökyüzünde Nehirler Var..

 

Bu haftasonu Elif Şafak tarafından yazılan Gökyüzünde Nehirler Var isimli romana başladım. Sevdiğim yazarların romanlarını hemen okumaya başlayamam. Sakin, huzurlu ,keyifli bir vakit beklerim. Mesela o  an gibi. İşlerim bitmiş. Planım yok, oturmuşum okuyorum. Kendimi bir su damlası gibi hissedip zamanlar arası dolaşıp masalları dinlemeye hazırım. Kitabın tadına vararak okuyacağım zamanlar. Acelem yok, yavaş yavaş okumak en güzeli. Roman bir su damlasının yıllar , yüzyıllar içinde eşlik ettiği hayatlarla ilgili. Kimbilir böyle su damlaları bizimde hayat öykülerimize bazı izler taşıyordur. Bunu bilemeyiz ama hayal edebiliriz.

 


 

 



Bugünlük Gri İstanbul.

 Ayşe Barım'ı tanımazdık. Çalıştığı çok ünlü sanatçı, oyuncu varmış, onları bilirdik. Menajerlerin ne iş yaptığını ,oyuncular açısından ne kadar önemli olduğunu da bilmezdik. Olaylar belki de ''Menajerim Sensin'' dizisindeki gibiydi. Sonra bir gün  Ayşe Barım adında menajeri ,üzerinden yıllar geçen gezi olayları dolayısı ile tutukladılar. Kadın hastaymış, dinlemediler, tutuklu yargılansın ,dediler. Aylardır içerde yatıyor. Sonra davası görüldü tahliye edildi, sağlık sorunlarından dolayı. Hiç tanımam, bana ne diyebilirim ama bir sevindim. Ben bazen böyle hiç tanımadığım kişiler için üzülür, şaşırır, telaşlanır ya da sevinirim. Bu da onlardan biriydi.Mesela hasta olup tutuklu yargılanan eski Beylikdüzü belediye başkanı  Mehmet Murat Çalık içinde üzülüyoruz. Ne yapmış olabilirler bu kadar uğraştırılıyorlar? diye düşünüyoruz.

İşte bu sabah yeni bir haber duyduk,Ayşe Barım tekrar tutuklu yargılanacakmış. Yani bir çeşit eziyet. Daha önce bunu bir belediye başkanına da yaptılar. Mahkemeler arası bir anlaşmazlık mı oluyor, herkes hukuku farklı farklı mı yorumluyor, bilemiyoruz. 

Türkiye'de yaşayan yurdum insanı ,artık evham ve endişe sıralamaları arasına; gözaltına alınmayı ve tutuklanmayı da koyuyormuş. Yapılan araştırmalarda ekonomi, işsizlik, sağlık, kurumlara olan güvensizlik gibi konuların yanında direkt gözaltına alınma korkusu değil belki ama ifade özgürlüğü konusundaki kısıtlamalar, haksızlıklar özellikle gençler arasında kaygı bozuklukları yaratıyormuş ve gençlerin çoğunluğu kaygılıymış. 

Nasıl olmasın?

Bu gibi sorunlarla yaşayan Türk insanı, yine bazı kamuoyu araştırmaları ve yapılan üniversite çalışmalarına göre, mutluluk ve yaşamdan memnun olma sıralamalarında , dünya ortalamasının çok altında bir sırada yer alıyormuş. Çoğumuz mutlu değiliz, yaşadığımız hayattan memnun değiliz. Ama şikayetçi miyiz? Değiliz. Şükür diye bir duygumuz var , ona tutunuyoruz. Ama gençler öylemi? Yeni nesil nasıl? Bilemiyorum. Sorulduğu zaman çoğu yurtdışına gitmek istiyor. Ülkede huzurlu değiller demek bu şartlarda.

Nasıl olsunlar?

Bugün gazeteci Fatih Altaylı'nın duruşması vardı, tutuklu yargılanmasına devam, kararı çıktı. İddia edilen şu; padişahlardan verdiği örnekle cumhurbaşkanına tehdit suçu işlemesi. 

Bir de şunu işittik haberlerde son dönemin ünlü şarkıcısı Mabel Matiz'in perperişan şarkısının sözlerinden dolayı 3 yıl hapis istemiyle yargılanacakmış. Şarkı sözünden dolayı. Müstehcen diye. İnanın bu şarkıyı ben bilmiyordum, böyle soruşturma falan olayı olunca baktım neymiş sözleri diye. Belki de tutmayacak bir şarkıydı. Şimdi hemen herkes öğrendi bu şarkının varlığını. Çoğu türkümüzde, şarkımızda yok mu böyle lastikli cümleler, benzetmeler.

Valla , içim bu gri İstanbul havası gibi kasvetli. Bunları işitince. 

Ülke gündemi ne kadar ağırsa küçük sevinçler daha kıymetli oluyor.Neyse ki FB dün akşam yendi Nice'i de bir nebze mutlu olduk. GS'lıyım ama bu bir milli maçtı sonuçta.Sonrasında Samsun'da galip çıktı oynadığı maçtan. Biraz konularımız dağıldı. Azıcık iyi şeyler ,küçük mutluluklar yetiyor bazen.. 


İstanbul Havaları..

 


Dünkü gri havayı görmezden gelelim, neydi o öyle. Soğuk, yağış, herkesin hemen üzerine giydiği kışlık montlar. Daha geçen pazartesi ,adada denize girmiyor muydu bu İstanbullular? 

Öyledir İstanbul. Epeydir yaşatmamıştı, bu değişkenliğini. Bir sıcak , birden soğuk. Bir lodos bir poyraz. Güvenilmez. 

Bugün gayet güneşli, parlak, net bir hava var. 

Bizde her zamanki mekanımızda kahve içmeye geldik.

Bahçede oturduk, bir ara yağmur atıştırmaya başladı. İçeri kaçan kaçtı. Biz şemsiyeyi açtırdık.  Zaten yağmurda durdu. Damlalar ara ara düştü, çoğunlukla bulutlarda kalmayı yeğledi. 

Bugünlük böyleydi. 

Kınalıada

Kınalıada , Prens adalarından bir tanesi. Büyükada, Heybeliada, Burgaz  ve Kınalı. Takım adalar bunlardan ibaret değil. Sedefadası, Kaşıkadası, Yassıada,Sivriada ve Tavşanadası da var. Onlarda yerleşim yok.(Sedefadası hariç) .  Yassıada farklı bir durumda, biliyorsunuz siyasi tarih açısından iyi hatıralar barındırmıyor. Müze haline getirilecek denildi.Şimdilerde de turistik bir yere dönüşmüş, gitmedim.
Bugünlük konum; Kınalıada. 
Bizim tarafa yani Kartal'a en uzak ada olmasına karşın  İstanbul'a en yakın ada Kınalıada. Yerleşimin çok fazla olduğu bir ada. Aynı zamanda bir plaj ada .Adanın her yerinden denize girebilmeniz mümkün. Kıyılar plajlarla çevrili. Ege sahili gibi. Tabii Marmara denizi ne kadar temiz ve ne kadar denize girilebilir orası tartışılır. Ama gittiğimizde denize giren çoktu. Eylül sonu olmasına rağmen şezlonglar doluydu. 

Diğer üç büyük adaya göre yeme içme mekanı olarak çok fazla seçenek yok. Sahilde plaj cafeler var, kocaman bir çınarın altındaki üç beş mekan var. Ufak da bir çarşısı var. İstanbul'da yaşayıp ,küçük bir sahil kasabası hayali kuran her İstanbullu buraya gelip, hayalinin ön izlenimini yapabilir.

Gerçekten İstanbul kaosundan kaçıp burada bedeninizi, ruhunuzu dinlendirebilirsiniz.
Trafiksiz, sessiz sokaklar.
Plajlar..
Denize açılan ağaçlı, gölgeli yollar..
İstanbul'un bozulmayan nadir köşelerinden birisi Kınalıada..