Yolculuk..

 


Bugün önce havaalanına götürecek araç için yapılan görüşmelerle başladı. Saat konusunda bir kaç kez fikir değişti. İstanbul'da trafik ve havaalanının durumları tahmin edilebilir değil. Ama ben erken gidip beklemekten yanayım. Sabah altı buçuktaki uçağımız için rehberimiz dörttte alanda olun diyorsa erken çıkılacak demektir yola. Neyse ki SGH bize çok yakın. Akşam üzeri bavulda hazırlandı. Sıcak yerlere gitmek güzel, bavul hafif oluyor. Zaten ağır taşıyamam ,omuzum pes edebilir, protezde sıkıntı yaratır.

Araç tam zamanında geldi, vakitli gidip uzun süre bekledik. Sonra kalabalık bir apron otobüsü ile uçağımıza bindik. Kaptanımız bizi gayet rahat uçurdu.✈️  Bu arada ulaştırma bakanın söylediği bedava su ikramımız da yapıldı.  🥛 

Bir saat sonra Adana 'ya indik. Daha doğrusu Tarsus'a çok yakın olan yeni  Çukurova havaalanına indik.Adana'daki havaalanı kapatılmış.

Adana sabah bizi hafif bir yağmurla karşıladı. Önce Seyhan nehri üzerindeki Taşköprüyü görmeye gittik. Taşköprü bir Roma dönemi eseri.21 gözlü inşaa edilen, köprü şu an 14 gözlü olarak hizmet veriyor. Adana'nın Seyhan ve Yüreğir ilçelerini birbirine bağlıyor. Seyhan nehri kıyısında Adana güzel yerleşim yerleri oluşturmuş. Adana bilindiği gibi Türkiye'de tarım denilince akla gelen şehirlerden, bir zamanlar pamuk tarlaları ile ünlüydü. Şimdilerde başka pek çok üründe yetişiyor ama pamuk eskisi kadar yok. Verimli ve çok sıcak topraklar.  


Türkiye'nin en uzun saat kulesi. 32 metre yüksekliğinde, Seyhan'da bulunuyor.1882'de inşaa edilmiş. Bu arada ikinci en yüksek saat kulesi de Dolmabahçe'deki saat kulesidir.


Tabii ki yemekleri , mutfağı da insanların buraya gelme sebeplerinden. Hele bir kebabı var ki nefis. İstanbul'a kıyaslanmayacak kadar ucuz ve bol ikramlı. Bir de bici bicisini merak ediyordum ama pek çok yerde sokakta satılıyor .İşte bunun için tatmaya cesaret edemedim.

Evet bu gezimizde Adana'dan yola çıkıp Tarsus ,Mersin , Silifke,Anamur, Taşucu, Alanya,Side ve Manavgat vardı..

Yeni yollara çıktık. Hepsini yazar mıyım?  Bilemiyorum. Ama etkilendiklerim ve dikkatimi çekenler yazılarıma konu olacaktır.

Bugünlük.

  


Dolapta kalan iki adet yufka ile yaptığım uydurmasyon börek nasıl da kabardı, nasıl da lezzetli oldu. Bazen o kadar özenirim, malzemeleri özenle seçerim, tarifi kılı kırk yarar uygularım ,sevgi ise onu da katarım, ı ıhh ,olmaz . Bir şeyi eksi olur o kadar özendiğim gibi olmaz, tat vermez, az pişmiş, çok pişmiş yani bir şeyi eksik olur işte. 

Bazen de böyle uğraş vermeden ,şip şak yaparsın, nefis olur.

Dünkü masmavi, pırıl pırıl günlük güneşlik cam gibi havadan sonra bugün İstanbul kapalı, serin, yağmurlu. Dün o güzel havada hiç dışarı çıkmadım, balkonda güneşin karşısında mavi üzerine beyaz serpmeli bulutlara bakarak epey oturdum. 

Bugün yağmurda olsa çıkıp yürümek lazım.  Beden çalışırsa ,zihin dinlenirmiş.


Gökyüzünde Nehirler Var..

 

Bu haftasonu Elif Şafak tarafından yazılan Gökyüzünde Nehirler Var isimli romana başladım. Sevdiğim yazarların romanlarını hemen okumaya başlayamam. Sakin, huzurlu ,keyifli bir vakit beklerim. Mesela o  an gibi. İşlerim bitmiş. Planım yok, oturmuşum okuyorum. Kendimi bir su damlası gibi hissedip zamanlar arası dolaşıp masalları dinlemeye hazırım. Kitabın tadına vararak okuyacağım zamanlar. Acelem yok, yavaş yavaş okumak en güzeli. Roman bir su damlasının yıllar , yüzyıllar içinde eşlik ettiği hayatlarla ilgili. Kimbilir böyle su damlaları bizimde hayat öykülerimize bazı izler taşıyordur. Bunu bilemeyiz ama hayal edebiliriz.

 


 

 



Bugünlük Gri İstanbul.

 Ayşe Barım'ı tanımazdık. Çalıştığı çok ünlü sanatçı, oyuncu varmış, onları bilirdik. Menajerlerin ne iş yaptığını ,oyuncular açısından ne kadar önemli olduğunu da bilmezdik. Olaylar belki de ''Menajerim Sensin'' dizisindeki gibiydi. Sonra bir gün  Ayşe Barım adında menajeri ,üzerinden yıllar geçen gezi olayları dolayısı ile tutukladılar. Kadın hastaymış, dinlemediler, tutuklu yargılansın ,dediler. Aylardır içerde yatıyor. Sonra davası görüldü tahliye edildi, sağlık sorunlarından dolayı. Hiç tanımam, bana ne diyebilirim ama bir sevindim. Ben bazen böyle hiç tanımadığım kişiler için üzülür, şaşırır, telaşlanır ya da sevinirim. Bu da onlardan biriydi.Mesela hasta olup tutuklu yargılanan eski Beylikdüzü belediye başkanı  Mehmet Murat Çalık içinde üzülüyoruz. Ne yapmış olabilirler bu kadar uğraştırılıyorlar? diye düşünüyoruz.

İşte bu sabah yeni bir haber duyduk,Ayşe Barım tekrar tutuklu yargılanacakmış. Yani bir çeşit eziyet. Daha önce bunu bir belediye başkanına da yaptılar. Mahkemeler arası bir anlaşmazlık mı oluyor, herkes hukuku farklı farklı mı yorumluyor, bilemiyoruz. 

Türkiye'de yaşayan yurdum insanı ,artık evham ve endişe sıralamaları arasına; gözaltına alınmayı ve tutuklanmayı da koyuyormuş. Yapılan araştırmalarda ekonomi, işsizlik, sağlık, kurumlara olan güvensizlik gibi konuların yanında direkt gözaltına alınma korkusu değil belki ama ifade özgürlüğü konusundaki kısıtlamalar, haksızlıklar özellikle gençler arasında kaygı bozuklukları yaratıyormuş ve gençlerin çoğunluğu kaygılıymış. 

Nasıl olmasın?

Bu gibi sorunlarla yaşayan Türk insanı, yine bazı kamuoyu araştırmaları ve yapılan üniversite çalışmalarına göre, mutluluk ve yaşamdan memnun olma sıralamalarında , dünya ortalamasının çok altında bir sırada yer alıyormuş. Çoğumuz mutlu değiliz, yaşadığımız hayattan memnun değiliz. Ama şikayetçi miyiz? Değiliz. Şükür diye bir duygumuz var , ona tutunuyoruz. Ama gençler öylemi? Yeni nesil nasıl? Bilemiyorum. Sorulduğu zaman çoğu yurtdışına gitmek istiyor. Ülkede huzurlu değiller demek bu şartlarda.

Nasıl olsunlar?

Bugün gazeteci Fatih Altaylı'nın duruşması vardı, tutuklu yargılanmasına devam, kararı çıktı. İddia edilen şu; padişahlardan verdiği örnekle cumhurbaşkanına tehdit suçu işlemesi. 

Bir de şunu işittik haberlerde son dönemin ünlü şarkıcısı Mabel Matiz'in perperişan şarkısının sözlerinden dolayı 3 yıl hapis istemiyle yargılanacakmış. Şarkı sözünden dolayı. Müstehcen diye. İnanın bu şarkıyı ben bilmiyordum, böyle soruşturma falan olayı olunca baktım neymiş sözleri diye. Belki de tutmayacak bir şarkıydı. Şimdi hemen herkes öğrendi bu şarkının varlığını. Çoğu türkümüzde, şarkımızda yok mu böyle lastikli cümleler, benzetmeler.

Valla , içim bu gri İstanbul havası gibi kasvetli. Bunları işitince. 

Ülke gündemi ne kadar ağırsa küçük sevinçler daha kıymetli oluyor.Neyse ki FB dün akşam yendi Nice'i de bir nebze mutlu olduk. GS'lıyım ama bu bir milli maçtı sonuçta.Sonrasında Samsun'da galip çıktı oynadığı maçtan. Biraz konularımız dağıldı. Azıcık iyi şeyler ,küçük mutluluklar yetiyor bazen.. 


İstanbul Havaları..

 


Dünkü gri havayı görmezden gelelim, neydi o öyle. Soğuk, yağış, herkesin hemen üzerine giydiği kışlık montlar. Daha geçen pazartesi ,adada denize girmiyor muydu bu İstanbullular? 

Öyledir İstanbul. Epeydir yaşatmamıştı, bu değişkenliğini. Bir sıcak , birden soğuk. Bir lodos bir poyraz. Güvenilmez. 

Bugün gayet güneşli, parlak, net bir hava var. 

Bizde her zamanki mekanımızda kahve içmeye geldik.

Bahçede oturduk, bir ara yağmur atıştırmaya başladı. İçeri kaçan kaçtı. Biz şemsiyeyi açtırdık.  Zaten yağmurda durdu. Damlalar ara ara düştü, çoğunlukla bulutlarda kalmayı yeğledi. 

Bugünlük böyleydi. 

Kınalıada

Kınalıada , Prens adalarından bir tanesi. Büyükada, Heybeliada, Burgaz  ve Kınalı. Takım adalar bunlardan ibaret değil. Sedefadası, Kaşıkadası, Yassıada,Sivriada ve Tavşanadası da var. Onlarda yerleşim yok.(Sedefadası hariç) .  Yassıada farklı bir durumda, biliyorsunuz siyasi tarih açısından iyi hatıralar barındırmıyor. Müze haline getirilecek denildi.Şimdilerde de turistik bir yere dönüşmüş, gitmedim.
Bugünlük konum; Kınalıada. 
Bizim tarafa yani Kartal'a en uzak ada olmasına karşın  İstanbul'a en yakın ada Kınalıada. Yerleşimin çok fazla olduğu bir ada. Aynı zamanda bir plaj ada .Adanın her yerinden denize girebilmeniz mümkün. Kıyılar plajlarla çevrili. Ege sahili gibi. Tabii Marmara denizi ne kadar temiz ve ne kadar denize girilebilir orası tartışılır. Ama gittiğimizde denize giren çoktu. Eylül sonu olmasına rağmen şezlonglar doluydu. 

Diğer üç büyük adaya göre yeme içme mekanı olarak çok fazla seçenek yok. Sahilde plaj cafeler var, kocaman bir çınarın altındaki üç beş mekan var. Ufak da bir çarşısı var. İstanbul'da yaşayıp ,küçük bir sahil kasabası hayali kuran her İstanbullu buraya gelip, hayalinin ön izlenimini yapabilir.

Gerçekten İstanbul kaosundan kaçıp burada bedeninizi, ruhunuzu dinlendirebilirsiniz.
Trafiksiz, sessiz sokaklar.
Plajlar..
Denize açılan ağaçlı, gölgeli yollar..
İstanbul'un bozulmayan nadir köşelerinden birisi Kınalıada..


 
 

Bir Zamanlar Hava Gazı Vardı.

Bir varmış bir yokmuş.Vaktiyle insanların hayatında havagazı denilen bir nimet varmış. Şimdiki zamanın doğalgazı misali hem etrafı aydınlatır hem de ısıtırmış. 
İlk önce Dolmabahçe Sarayı inşaa edilirken böyle bir eksiklik hissedilmiş. Öyle ya bu koca satray nasıl ısınacak, nasıl ışıl ışıl olacakmış.O sırada  Avrupa'da kullanılmaya başlayan böyle bir gazın varlığı kulaklarına gelmiş. Hemen getirilmesine karar verilmiş ve ilk gazhane Dolmabahçe'de kurulmuş.
Daha sonraki zamanlarda ,aydınlatma ve ısıtma amaçlı kullanılacak gaz üretimi Anadolu yakasındada kurulmuş.Önce Kuzguncuk'ta sonrasında Hasanpaşa'da yeni gazhaneler açılmış
Caddeler, sokaklar buralarda üretilen sihirli gazla ışıl ışıl olmuş. Bu işi yapan Fenerciler varmış.Akşam oldu mu ,ışıkları yakmak onların göreviymiş.Tek tek tüm fenerleri yakarlarmış. Bazı zengin aileler de havagazını evlerine döşetip, ısınma ve aydınlatma da kullanabiliyormuş. 
Gel zaman git zaman ,her şeyde olduğu gibi, havagazının yerine de bir çok yeni icat çıkınca gazhanelerde terkedilmiş, viranelere dönüşmüş.
Ama hikayede burada bitmemiş.
Bir gün bunlardan bir tanesi akıllara gelivermiş. Hasanpaşa'daki gazhane onarılmış, restorasyondan geçirilmiş ve  MüzeGazhane adı altında yaşama  alanına dönüştürülmüş. Eskinin endüstrisi şimdinin sanat, bilim, kültür alanı haline gelmiş. Çevreye değer katmış. Tarihi mekan güncel hale gelmiş, tekrar kullanılmaya başlanmış. Kütüphaneler, tiyatrolar, kafeler ,müzeler açılmış. Ortalık şenlenmiş.




  Ve belki yolunuz Hasanpaşa'ya düşerse sizde bu eski -yeni buluşmasının ne kadar güzel uyum içerisinde olduğunu gözlerinizle görürsünüz. İstenirse her şey yapılabilir.




Günlük Rutin

 Sevgili Ceren günlük rutinini yazmış. Mahalleliye de pas atmış. Okuyup da cevap vermemek olmaz. Onun rutinini okuyunca gençlikte ne kadar çok koşturduğumuzu hatırladım.  Ama o zamanlar ne yorucu geliyor, ne zor, ne de sıkıcı. Çalıştığın işini seviyorsan hele bambaşka keyiflidir sanırım ama ben sadece maddi olanakları yüzünden seçtiğim bir işte çalıştığımdan dolayı emekliliği iple çektim. Emekli olunca da kendimi özgürleşmiş hissetim. Başımda artık ne bir müdür, ne de işlerini yapmak zorunda olduğum müşteriler vardı.  

Çalışırken ki rutinden sonra evdeki rutin bambaşka oluyor. İnanın hiç boş değil, hatta çoğu çalışandan daha dolu. Ev işi diye bir icat var ki, hiç bitmiyor, ha bre dolanıp duruyoruz:) 

Sabah yedi oldu mu gözlerim açılır. Kendime gelmem buçuğu bulur.  Bu arada oğlum kalkar ,hazırlanır , kahvaltı etmez genelde, ederse de kendine bir şeyler hazırlar ,yer gider. Sonrasında saat dokuz buçuğa kadar blog okuma, yazma, varsa kitabım onu okurum. Dokuz buçuk gibi çayı koyarım, kahvaltı hazırlarım. Yaz aylarında kahvaltı ve yemekler balkonda yenilir. Saat on gibi kahvaltımızı yaparız, bu arada youtube den ya boş koltuk ya da yılmaz özdil ile memleket havadislerinin yorumlarını dinler , sohbet ederiz. 

Sonrasında önce evi şöyle bir toparlar/banyo, yataklar vs./ mutlaka her gün olan çamaşırlar makinaya, asılı olanlar ütüye, ütülenmişler dolaplara derken baya vakit geçer. Eve yardımcı Ü.müz var ama ütü ve çamaşır hep bendedir. Çalışırken de böyleydi. Bu arada sebasti(vazgeçilmez robotum) evi dolanmaya başlar. Ben de mutfağa geçerim. Dünden kalan bir şey yoksa yemek yaparım. Akşamdan mutlaka kafama yazmışımdır ne pişireceğimi. Genelde her gün yemek pişiririm. Annemden öyle gördüm .Bu biraz zor oluyor ama alışkınım. Bazen bıkarım, sıkılırım o zaman da  dışarı kaçarız.  Mahallemiz esnaf lokantası , ayaküstü yemek zincirleri konusunda zengin. Hatta yıllardır boş duran, on yıl olmuştur, yan apartmanın altındaki dükkan tutulmuş. Yeni Nesil Çiğköfteci açılacakmış. Yeni neslin meyhanesi varda , çiğköftecisini duymamıştım. Bu yeni nesil çok fena:) 

Konu karışmasın öğleye doğru sevgili beyle sabah kahvemiz vardır mutlaka. Sonrasında artık o gün dışarıda işim yoksa (arkadaş buluşması, sevgili beyle gezinti, dernek, alışveriş vs.) dizilerimi izlerim. Öğleden sonra üçte nevşin mengü'yü dinlerim. Yine bir siyaset dozu alırım. Artık akşam haberlerini dinlemeye gerek kalmamıştır. 

Akşama doğru ilave varsa yapılacak, mutfağa geçilir. Saat yedi gibi evin çalışanı eve gelir, biz emekliler onu bekleriz, sofrada buluşuruz. Yemek faslı bitip, bulaşıklar toplandıktan sonra yarım saat site bahçesinde akşam yürüyüşü yaparım. Eve geldiğimde saat dokuza gelmektedir ,yerli dizilerim başlar. Sevgili beyle beraber izleriz. Sonra ben erkenci kuş olduğumdan, uykum gelir,  on bir buçuk gibi uyurum..

İşte evde geçen, dışarıya çıkmadığım bir gün. Evin işleri hiiç bitmez, yorar. Ama aynı zamanda kafa dağıtır, hareket sağlar. Evde zaman geçirmeyi severim. Ama bir iki gün evde kalınca da dışarısı çağırır. Ondan müsebbip hemen her gün  gezmeye çıkarız ya mahallede ya İstanbul 'da bir köşede.  

Çalışırken koşturmacalı olan hayat, emekli olunca sakinliyor. Kafamızda huzurluysa , derdimiz tasamız azsa , sağlığımızda iyiyse , daha ne isteyelim?



haftasonu..

 


Hafta sonu fazlasıyla ekran karşısındaydım . 

Mavi Dolunay Oteli'ni izledim. Komik bir dizi. Gubse Özay tarafından yazılan sekiz bölümlük dizi; evlenmek isteyen iki kızkardeş, eski bir otel, oteli satın almak isteyen yakışıklı alıcı,otelini satmak istemeyen dul bir anne üzerinden dönüyor. Kasabadaki karakterlerin hepsi ayrı bir hikaye.Güzel işlenmiş. Öykü Karayel'in o saf, zıp zıp atom karınca hallerine bayıldım. Tam bir saf ruhtu:) Kerem Bursin bu sıralar çok fazla ekranlarda görünüyor. Ya da bana denk geldi. Çünkü Mavi Dolunay Oteli'n den önce de Şımarık adlı filmi izledim. O da ayrı bir absürd komedi. Pazar günleri  Çarpıntı dizisinde ''esas oğlan'' olarak karşımıza çıkıyor. Bilindik bir telefon hattının reklamında oynuyor. Say say bitmedi.Geçelim.

 Araya da Cameron Diaz'lı ,bol aksiyonlu bir ajan filmi sıkıştırdık. İzlerken nerede Cameron Diaz'ın gençliği demeden edemedim:/ 

Kızılcık Şerbeti'ni izlememek için de yeni başlayan Aşk ve Gözyaşı'nı seyrettik .. Hande Erçel'in oyunculuğunda bir donukluk var .Sanırım,' güzelsin 'diyorlar, diye, o yüz ifadesini bozmayı hiç istemiyor. Malum kendisi de son haftalarda sevgilisinden ayrılmış magazin gündemini çokça meşgul etmişti. Ayrılığın ardından dedikoduların ardı arkası kesilmemişti. Diziye gelirsek, konusu itibari ile güzel . Farklı bir olay var . Mutlu mutlu giden değil, sönmüş bir aşk üzerinden ilerleyen bir konu. Aşklar da sönüp biter tabi. Hangi aşk sonsuza kadar sürmüş ki. Masallardaki gibi gökten üç elma düşmeler, gerçek hayatta yok. 

Sonra bu kadar çok dizi, film vs. sıkılınca, arada ONLAR TV ye izleyip biraz siyaset ve gerçek hayat dozu da aldık. Yine iddialar, olaylar, şaşırtıcı konular ama sonuç ne oluyor derseniz; sadece bilgimiz oluyor, sinir katsayımız artıyor, memleketin hali ne olacak, diye dertleniyoruz.Elden bir şey gelmiyor. Dinliyoruz.


Dünde kızım aradı , bugün için'' kahvaltıya geleceğiz annecim'' dedi.  Birazdan gelirler.  Şimdi yazıma ara verip, mutfağa geçeyim, büyük çaydanlığa çayı koyayım. Kahvaltılıkları hazırlayayım. Kahvaltı sonrası için de güzel bir ıslak kek yaptım.. Oğlum da baskete sahile gitmiş. O da gelir şimdi. Evden çıkmadan önce kekin tadına bakmış. Tarifim çok eski Tık Tık Çok sık yaptığım bir tarif.

Yanına da geçen markete gittiğimde aldığım reyhanlardan reyhan şerbeti yaptım. Bayılıyorum bu şerbetin rengine..
Bu gün de muhabbet aralarına  Fenerbahçe kongresi , CHP kongresi  kritikleri karışır. Evde herkes FB'li.Bir ben dededen kalma GS'li.  Formula1'ide varmış bugün, Azerbaycan'da yapılacak grand prix Bakü'nün caddelerinde yapılacakmış.Monaco'da olduğu gibi. F1 takipçiside oğlum ,o izleyince biz de azıcık ilgileniyoruz yıllardır. Sanırım seneye bizde de tekrar yarışlar başlayacakmış.  

Bu paylaşım muhtemelen pazartesi yayına verebileceğimden dolayı hepinize sakin, huzurlu, kolaylıklarla geçecek bir hafta diliyorum. 

Not; Yedi yıl sonra Başkanını değiştiren Fenerbahçe'yi kutluyorum. Sadettin Saran uğurlu gelsin Fenerbahçe'ye. 


Vefa

 Vefa ;kelime anlamı, hatır bilmek , aradan zaman geçse de değerini önemsemek, kıymet vermek demektir. Uzun soluklu manası vardır. Yılları kapsar, aynı kalbe aynı iyi niyetle şükranlarını, sevgisini, dostluğunu, arkadaşlığını sunmaya devam eder. Önemli bir değerdir ,kişilikle birlikte varolur. Bazıları sahiptir ona, isteseler de bırakamazlar. Bazıları da ne kötü bir şans ki vefadan yoksun bırakılmışlardır .

''Vefasız ''olarak adlandırılmak, herhalde ardından söylenecek en acı sözlerden biridir. ''Vefalı'' olmak ise sen farkında olmasan da karşındaki için büyük  sevinç , tatlı bir huzur, bir gülümseme, mutlu olma hali yaratır. O nedenle vefalı insanlardan bir tanesini bile tanıyorsanız şanslısınız, demektir. 

Dün her geldiğinde beni aramadan geçmeyen gençlik arkadaşımın telefonu ,bana vefalı dostlarımın olduğunu hatırlattı. Her gün konuşup görüşmek şart değil; yıllar geçse de arayıp sormak çok önemli. Onun sesini duymak bana eski günleri, paylaştığımız anları hatırlattı ve içimde derin bir huzur bıraktı.

Şanslıyım.. Vefalı insanlar var  hayatımda.



Olay Dizi; Kızılcık Şerbeti

 Kızılcık Şerbeti dizisi reytingleri çok yüksek olan bir diziydi. Ben de meraklısıydım, cuma akşamları severek izliyordum. Ancak olaylar öyle bir noktaya geldi ki çoğu izleyici gibi bizde" pes bu kadar da olmasın" demeden edemedik. Evin kayınpederinin , dünürünün kız kardeşine aşık olup ondan bir çocuk yapması mesela. . Yine de izledik. Çünkü merak ettik, çünkü alışkanlık olmuştu. 

Her yıl biraz daha saçmaladılar, yine de reytingleri yüksekti. Fakat bu sezon başladığı şekil 'bu kadar da olmaz' dedirtti. Dizinin en sevilen, en tutkulu iki çifti üzerinden öyle bir senaryo yazılmış ki inandırıcılıktan tamamen uzaklaştı.

 Malum her şey Fatih-Doğa ikilisinin aşkı ile başlamıştı. Seküler bir hayat yaşayan Doğa ve muhafazakar zengin Fatih'in evliliği ile birlikte iki ailenin de hayatı alt üst oluvermişti. Dizinin kalbi bu çiftti. Şimdi ise görünen Doğa, görümcesi Nursema'nın kocası Firaz ile yasak bir aşka yelken açıyor. Oysa daha üç ay önce Firaz , Nursema için ölüp bitmiyor muydu?(Dizi zaman atlaması ile üç ay sonradan başlıyor). Hangi ara aşk başladı? İşte burası diziden kopuş noktası. Benim gibi pek çok izleyici için dizi sona ermiştir ,diye düşünüyorum. Sonuçta saçma senaryoları izlemek zorunda değiliz, yeni başlayan bir çok güzel dizi var.

Ama sonrasında olan şaşırtıcı şey şu ki; dizinin senaristini gözaltına almak nedir ya hu! 

Bu hepsinden garip ,hepsinden anormal değil mi? Bir dizi yüzünden  senaryo yazarını gözaltına alıp , soruşturma açmak!?? Tabi sebebi dört yıl önce söylediği sözlermiş, o daha da tuhaf. Dört yıl önceki sözler ,şimdi gündeme geliyor. Bilemiyorum.

Dizi için RTÜK'ün soruşturması açmasına gerek var mıymış? İsteyen izler, istemeyen izlemez, beğenmedim diye fikrini yazar, çizer, konuşur. Dizi de reytingi düşer, yayından kalkar. Normal olan bu değil mi? Galiba biz artık o noktalarda değiliz.

Şaşkınlıklar içerisindeyiz... Hala..



Gökçeada

 Her yaz Ayvalık'tayken ''Gökçeada'ya gidelim'' muhabbeti yapardık ama gidemezdik bir sebeple. Bu eylül ayında İstanbul'dan Gökçeada'ya gitme fırsatı yarattık bizde. Tabii yol Anadolu yakasından oldukça uzak. İş trafiğine kalmayalım diye, sabah 05.30 da yola çıkmaya karar verdik. Fazlaca trafik yoktu . Bir saatten az bir sürede İstanbul'dan çıkabildik. 


Çanakkale köprüsünün yanından geçtik. Devasa bir köprü, geleni geçeni az gibi ama ilerde artar.Tıpkı Osmangazi köprüsünün ilk hali gibi, şimdilik boş.

  Keşan'a doğru gittik ,sonra yanlış yol takip etmişiz, geri dönüp Malkara'dan yeni yapılan otobana çıktık. Otoban kenarında yüzlerce yüksek gerilim hattı direkleri dikkat çekiciydi, bu elektrik nereden geliyor ya da nereye veriliyor anlayamadık.

 Bu arada Silivri 'den geçerken Marmara Ceza evini görmek içimizi acıttı. Ekrem İmamoğlu 19 Marttan beri içerde. Keza her gün youtube yayını ve boş koltuğu dinlediğimiz Fatih Altaylı'da orada. Üzücü durumlar yaşanıyor memlekette.


Biraz maceralı oldu ama sonunda 11. 00 feribotuna binmek üzere Kabatepe'ye vardık. Önce online bilet alan yolcuları alıyorlar, sonra diğer araçları. (Araç ve bir yolcu 1200.-TL)

Yolcular arasında çoluk çocuklu aileler çoktu. Bir tanesi ile yol boyu muhabbet ettik. Çanakkale'de kamu personeliymiş, TeknoFest Gökçeada'ya günübirlik gezmeye gidiyorlarmış. Böyle çok aile vardı. Bu yıl Çanakkale'de müsaitlik olmayınca, Teknofest'in Gökçeada'da yapılmasına karar verilmiş  Her yerde yapılıyor artık galiba. Eh! Ne diyelim güzel! 

Sakin ,güzel bir deniz yolculuğu ile bir buçuk saat sonra Gökçeada'ya vardık. Ada hep büyük denirdi de bu kadar büyük olduğunu tahayyül edememişim. Volkanik bir ada olduğundan yeşil bir bitki örtüsü yok ilk bakışta. Yeşil kısımlar biraz daha içerlerde. Genelde yoz ,kayalık bir görüntüsü var. 

Otelimiz Kaleköy yakınında  denize de çok yakın bir konumdaydı. İnternetten bulduk ama şansımıza iyi bir oteldi. Yeni yapılmış,üç beş senelik bir otel. Gökçeada merkezde dolaştık ilk gün. Küçük bir yer ,bir iki caddede toplanmış her türlü kurum.En güzel yanı kocaman ücretsiz bir otoparkı var Gökçeada 'nın. Arabanızı rahatça park edip yürüyerek her yere gidebiliyorsunuz. Bedava park yeri için on puan verilebilir Gökçeada belediyesine. Biz de önce arabamızı bırakıp, biraz dolaştık. Merkez lokantasında karnımızı doyurduk, meşhur pastanesinde kahvemizi içip tatlımızı yedik. Kurabiyeleri güzel demişlerdi ama kurabiyeler çok da değişik ya da güzel gelmedi bize. Üstelik ufacık kurabiyenin tanesini 30.TLye satıyorlar. Böylesi pahalı gelirse diye de hazır kutular yapmışlar. Ama kapalı kutu, içindekinin taze olup olmayacağını bilemeyiz. Malum güven sorunu yaşanıyor memlekette.

Gökçeada'dan bazı resimler:)


Şu hemen yakında görünen Yunan adası ;Semadirek(Samothraki) adası.


Gökçeada'da yerleşim, daha korunaklı olduğundan Ada'nın iç kesimlerinde tepelerin eteklerinde kurulmuş. Otelin olduğu bölge Bademli köyü ismini etrafında yetişen badem ağaçlarından almış.Gökçeada'nın en yüksek yerinde konumlanan köy Tepeköy. Burada da asırlık çınar ağaçları var, kilise, çamaşırhane gibi görülecek yerler var. Yine otelimize yürüme mesafesinde bir başka köy Kaleköy.İsmini tepedeki kale kalıntısından almış. Çok güzel bir sahili var. Günbatımını izlemek için şahane.Sonrasında Zeytinli köy var ki ortodoks hıristiyanlarının ruhani lideri 1.Bartholomeos 1940 yılında bu köyde doğmuş. Köyde güzel vakit geçireceğiniz mekanlar var. Tatlıları ve kahveleri meşhur. Köyler genelde dik yamaçlarda araba ile gidiyorsanız köyün girişindeki özel otoparklara araçlarınızı park edip yürüyorsunuz. Zor bir yürüyüş olabiliyor. Otoparklarda 100.-TL ücret alınıyor.(2025) Belediye merkezde ücretsiz otopark yapmış ama köylüler otopark ücretlerini hiç acımadan topluyorlar. 

Ada da çok sayıda keçi var.Yabani keçilerin doğal yaşam alanı halinde Gökçeada. Dolayısı ile sokak köpekleri gibi bir kavram yokmuş adada. Yaşasın keçiler, diyesim geldi:)

Adada denize girmek, sörf yapmak için harika kumsallar, upuzun plajlar var. Biz Aydıncık plajına gittik. Hayatımda girdiğim en güzel denizlerden biriydi. Kumsalı güzel, tesisler güzel, rüzgarı püfür püfür.Tabii ki şezlonglar paralıydı. İki şezlong 1 şemsiye 500 TL. Giriş ücreti ya da otopark parası vermedik. Şezlongda almadık tabii kiç Kocaman bir ılgın ağacının gölgesine koyulmuş masalardan birine yerleştik. Hem bir şeyler yedik ,hem de denize girdik. Ada da su sıkıntısı da yok. Kendi kendine yetecek kadar bol su kaynağına sahip bir ada..Nefis bir plaj günü yaşadık. 

Benden Gökçeada izlenimleri bu kadar. Gökçeada'yı sevdik, beğendik.  Tekrar gidip, daha uzun süre kalmak harika olur.



İstanbul'da Trafik

 Ben Anadolu yakasında yaşıyorum . Eşimin anne ve babası karşıda oturuyordu ,onlar hayattayken  ayda en az bir iki kez ziyarete giderdik. Sonra kardeşim evlendi onlarda karşıya taşındı , onlara da rahat gidip geliyorduk.Aile ziyaretleri bahanemiz olurdu.  Tabi bu bahsettiğim on yıl kadar öncesi. Sonrasında büyükler rahmetli oldu, kardeşim işi değiştirip Ayvalık'lı oldu ,bizimde ayağımız karşıdan kesildi. En son kızım okulu dolayısı ile Maslak'taydı okul bitti ,bu seferde iş nedeniyle dönmek istemedi. Şimdi yine karşıda çalışıyor ama evlenince bu tarafa yerleştiler. En azından evi burada, gönlüm ona daha yakın. Genelde çalıştığı sektör Avrupa yakasında, mecbur oralarda çalışıyor. Sabah whatsapp'tan yazışırken'' Dün akşam başım çok ağrıdı erkenden uyumuşum'' dediğinde onu çok iyi anladım. O trafiğe, o kalabalığa , kaosa hangi baş dayanır? Gençler İstanbul'da yaşamak istiyorlarsa da biliyorum ki hayat çok zor ve insanı çabuk yıpratıyor. 

Epeydir karşı trafiğini yaşamamıştım. Dün tekrar hissetim, inanılmazdı, Avrasya tüneline girebilmek için bir saatten fazla sıra bekledik. Oraya varana kadar zaten ayrı bir trafik işkencesi vardı,yol boyunca gördüğüm yapılaşmanın inanılmaz çokluğu, kule gibi yükselen ,sur gibi aralıksız devam eden gökdelenler,birbirine yaslanmış siteler..Ne hale gelmiş İstanbul'un çeperleri. Göğsümü daralttı. Anadolu'ya geçince de Fikirtepe denilen surlar pardon gökdelenler nefes aldırmayacak şekilde dizili. Bir de o arada üniversite var. Tam bir kaos. İstanbul araba, insan , beton yığınına dönüşmüş. Çalışanların evde geçirdikleri zaman sadece yeme ve uyuma ile sınırlı sanırım. 

Oysa bahsettiğim en fazla on yıl öncesinde Kartal'a gelince bir rahatlardık. İnanın buralar da üç beş seneye kalmaz Beylikdüzü  gibi olur, o ayar gidiyor. Acaba dünyada böyle nadide güzellikteyken, betona ve hesapsız kitapsız göçe boğulan başka bir  şehir var mıdır? Ekonominin dinamiğini inşaata dayamanın sonucu İstanbul , Ankara , İzmir ,Bursa böyle, diğer Anadolu şehirleri de farksız. Ruhsuz şehirler. Neyse ki bazı yerlerde şehirlerin eski dokusu saklanmaya çalışılıyor. Tabi yapabildikleri ölçüde.

İşte dün Avrupa'dan Asya'ya güzel Anadolu'muza geçmeye çalışırken bunları geçti içimden. Her gün bu eziyeti çekenlere ,saatlerini arabaların içinde geçirenlere Allah kolaylık versin. Şimdi pazartesi 8 Eylül okullar da  açılacak Valilik okul saatini on olarak revize etmiş, belki faydası olur. 

İşte İstanbul 'da yaşamak artık bir sınav gibi. Geçmesi zor bir sınav. İnsanın yüreği bu sınav karşısında üzülüyor, ağırlaşıyor.


Gelin ve Damat..

 

Dün öğleye doğru davul ve zurna sesleri duyunca' siteden yine bir gelin çıkıyor' ,diye düşündük.Artık davul zurnasız ya da bandosuz gelin alma nadir hale geldi. Ki bizde kızımızı böyle şenlikli verdik:) Bunlar gelenek göreneklerin şehirlere uyarlanmaya çalışılan hali. Köylerde davul zurnalı kız almalar şimdi apartman önlerinde yapılıyor. Varsın olsun, yapılsın. Bazı adetler devam ededursun. Herşeyi de modernleştireceğiz diye tutturmanın alemi yok kanımca. 

Apartmanın önünde şık giyimli kadın ve erkekler pırıl pırıl kıyafetleri ile çocuklar neşe içindeydi. Damadın arkadaşları telaşlı, misafirler heyecanlı,apartman sakinleri de meraklı görünüyordu.Uzun kuyruklu ,uzun duvaklı prenses model gelinliği ile gelin kızımız damadın kolunda merdivenlerden inince konfetiler patladı, bereket sembolü pirinçler, ufak madeni paralar önlerine saçıldı.
Davulcu oynak melodilerine başlamıştı bile. Gelin ve damat oynamaya , aile efradı onlara eşlik etmeye başladı. Sitede yine bir düğün havası. Ne güzel! 

Gelin arabası olarak nar çiçeği kırmızısı chevrolet marka klasik bir araba seçilmişti. Şanslarına hava kapalı ama yağmur durmuştu.Arabanın üzerini açtılar , poz poz resimler çektiler. Gelin ve damada araba çok yakışmıştı doğrusu. Sonra gelin alayı toparlandı gidecek. Lakin siteden öyle bahşişsiz kız çıkarılmaz. Tabii ki site çalışanımız Hasan masayı yolun ortasına kurmuştu. Sanırım güzel bir bahşiş aldı ki yolu çabuk  açtı. Düğün alayı, kırmızı araba ile gelin ve damat önde ,aileler diğer arabalarla arkalarında kornalara basa basa yola düzüldüler. 

Ne diyelim ;onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine!

yedi de yedi

Büyük geniş salonların girişine karaoke kutuları koymuşlar,ilk kez rastladım.Birinde bir kadın eğleniyordu tek başına, diğer kutu boştu. Ne güzel fikir..

Burası Söğütlüçeşme Marmaray durağının  bulunduğu viyadüğün altı. Yıllardır harabe gibiydi, bakımsız, her tarafta ne idüğü belirsiz büfe tarzı yerler, virane gibi. Derme çatma kapatılmış yapılarla insana güven vermeyen geçitler vardı. Sonra burada bir inşaat hali başladı. Ve geçen gittiğimizde inanamadık. Çok geniş bir alan time-out market  /yani çeşitli etkinliklerin ve lezzetlerin bir araya geldiği geniş ferah alan/ denilen şeklinde dizayn edilmiş. Çevre peyzaj düzenlemesi yapılmış, eğlence alanları eklenmiş. 

Burası sanırım İstanbul'da en merkezi konumlardan biri. Bir tarafta belediye binası, evlendirme dairesi, metrobüs, minübüs yolu, YHT tren istasyonu, marmaray hepsinin güzergahı, durağı, indi bindi yeri,ortak noktası. Böyle büyük bir alanın burada açılması iyi fikir olmuş. Tabii ki yine karşı görüşte olan insanlar var okuduğum kadarı ile , normal. Lakin böyle lokasyonlarda bu gibi yerlere ihtiyaç olduğunu düşünenlerdenim.  Üsten geçen trenlerin, rayların üzerinden geçerken ki gürültülerine bir müddet sonra alışılıyor. Tatlı tuzlu her türlü yiyecek , alkollü alkolsüz her türlü içecek satan yerler var. Bu özellik hoşuma gitti. Artık onu içme, bunu yeme dayatmaları ile yaşamak istemediğimiz zamanlardayız. Olsun da sen ister iç/ye, ister içme/yeme.

Yeme içme demişken, you tube da yeni bir profösöre denk geldim. Yani profösör yeni değil de kaç yıllık bilim insanı, ben yeni tanıyıp ilk kez dinledim. Kadim tıp bilgileri ile ilgileniyormuş, kendini bu konuda yetiştirmiş. Ezber bozan açıklamalarda bulundu ki söylediklerinin çoğuna katılıyorum. Yeme içme konusunda her insanın ayrı bir mizacı olduğundan ve farklı beslenmesi gerektiğinden bahsetti. En çok da ekmek ve küçükbaş hayvan eti konusundaki rahatlıkla yiyebilirsiniz tavsiyesi beni benden aldı. Ekmeksiz olur mu tabii ki biz ekmek toplumuyuz, hamuru severiz. Tabi genetiği ile oynanmış buğday konusunu geçiştirdi, işte iyi ekmek bulalım onu yiyelime geldi dayandı konu yine. Bulabilirsek tabi..Ben ilaçlar sayesinde yani bu son iki yüz yılda gelişmiş yeni tıp ile insan ömrünün uzadığını düşünüyorum, tabi insan yaşam konforu da eski insanlara göre daha yüksek artık. Bu da ömürlerin uzamasında etkilidir. Farklı doktorlar, farklı görüşler. Yine kendimize hangisini uygun buluyorsak onun düşüncelerini dinliyoruz. Bir de esas dinlememiz gereken kendi bedenimiz sanırım en çok ona ne faydalı ne zararlı onu düşünmeli, ona göre davranmalıyız. Yoksa yarı yolda kalma ihtimalimiz artar:)



 

30 Ağustos

 Dün 30 Ağustos Zafer Bayramımızdı. Bayramımız kutlu olsun!

 Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarının ruhu şad olsun, minnet, saygı duyuyorum. 

Bu yıl televizyon kanallarının özellikle bazıları daha bir Vatan Millet Sakarya  seviyesinde, daha coşkulu kutlama yayınları yaptığını hissetim. Malum neredeyse görmezden gelinen yıllar da olmuştu.

 Bu vesile ile yayınlanan Son Akşam Yemeği isimli bir film izledim Now'da. Filmin konusu  ''Arkadaşlar yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz'' dediği son akşamda ,28 Ekim 1923'de yenen yemek için hazırlıkların yapıldığı köşk mutfağındaki olaylar etrafında geçiyor . Mustafa Kemal Atatürk'ü bu kez Onur Tuna canlandırmış. Bu rol ona yakışmış. Güzel , duygusal bir film. 

İyi ki böyle kalbimizde yer etmiş bir ülke kurucumuz , önderimiz var. Çok yaşasın onun kurduğu Cumhuriyet. İlelebet yaşasın!



 

Çekmeceden Çıkan Şarkılar

 

Çekmeceleri düzenlerken elime geliverdi.  The Beatles ..Ünlü İngiliz müzik gurubu. Almanya'ya rahmetli amcam ve yengeme ziyarete gitmiştik. Babamın turuncu bir Reno marka aracı vardı, onunla. 18.yaş günümdü ve Darmstadt' da kutlamak kısmet olmuştu. Pasta falan hatırlamıyorum ama bu güzel longplay'i hediye olarak aldığımı unutmuyorum. 

Aslında genel olarak Türk müzisyenlerini dinlerdim, hatta folklora ve halk danslarına merakım vardı.Bir Alman şarkıcı ya da müzisyende bilmiyordum ama Beatles'i biliyordum. Babam Kıbrıs'tan bir müzik dolabı getirmişti. Şimdilerdeki konsollar gibi daha ufak; ön tarafında radyo, iç kısmında longplay çalar ve kenarlarda hoparlörler. Tabi hepsi şık kahverengi bir mobilya tasarımında. Annemlerde hala duruyor. O pikapla  gençliğim boyunca Beatles'la dans ettiğimi iyi hatırlarım. 

Başka longplaylerim de vardı ama çok azını bu günüme taşımışım. Kalanlardan biri de Nilüfer'in Hey Gidi Güner Hey  albümü. Nilüfer'i de çok severim .
Çekmeceden çıkan bu iki plak aslında bana şunu düşündürdü; müzik, hayatımızın takvimi gibi. Beatles'ı her dinlediğimde Darmstadt' taki o 18.yaş günüm gözümde canlanır. Nilüfer'in sesiyle ise üniversite yıllarım, arkadaşlar, içimdeki o gençlik heyecanları geri geliyor.  Oysa iki plak arasında yıllar, ülkeler, diller var ama bıraktıkları his aynı; insan olduğumuzu hatırlamak.
Şimdi o plaklardaki şarkıları çalmak , dinlemek biraz nostalji kokuyor ama Beatles ve Nilüfer ve onun gibi başkaları sadece şarkı söylememiş, hayatımıza fon müziği olmuşlar. Bu yüzden müzik zamansız, her dilde her coğrafya da insanı insan yapan duyguları hatırlatabiliyor.

  Kim bilir, belki sizin çekmecelerinizde de sizi yıllar öncesine götürecek bir plak, bir kaset ya da küçücük bir bilet köşesi vardır.

  

Kapı Kilitliydi

 

Bir gün oturmuş kahvemizi içiyoruz sahilde, komşum mesaj attı. Kendisi yılın neredeyse tamamını Kuzey Ege'de bir sahil kasabasındaki evlerinde geçiriyor. Önceleri kışın iki üç ay gelirlerdi, geçtiğimiz kış hiç uğramadılar İstanbul'a. Baktım mesajda bir kitap kapağı resmi. Bu da nedir derken yazarın adı dikkatimi çekti. Şaşkınlık! Zuhal Aktürk.. Komşum polisiye bir roman yazmış ya:) 

Hemen aradım kendisini. Yıllardır böyle bir hayali olduğunu, polisiye çok sevdiği için de bu konuda bir roman yazdığını anlattı. Hatta kitabın ana karakteri Başkomiser Eda'da henüz okula başlamamış küçük torununun gelecekteki hali olarak kitapta hayat bulmakta. Zuhal Aktürk yani komşum emekli diş hekimi. Artık bir yazar. 

Kitabı hemen sipariş verdim. İstanbul'a döndüğümde bir solukta okudum. Güzel kurgulanmış, katil kim acaba? sorusunu ,kitabın sonuna kadar anlaşılmayacak şekilde sürüklemiş, sosyal yaralarımıza parmak basmış ,en önemlisi kadın karakterlere daha fazla yer vermiş. Güzel bir kitap olmuş. Tavsiye ederim.


Bir Yazın İki Yüzü

 


Gurbetçi değiliz, tatilimize hasretle coşkuyla gelip , içimiz buruk ayrılalım memleket tatilinden. Bu ara çok sık videolar düşüyor medyaya. Çizgili tişörtlü beyler son model arabalarında 'şöyle memleket, böyle şanslısınız' diye güzellemeler yapıyor, Kapıkule'de giderken gözyaşı döküyor,' biz neler çekiyoruz oralarda' ağlamaları yapıyor. Hatta bir tanesi ''11 ay çalışıyoruz bir ay tatil için ''demişti de viral olmuştu sosyal medyada. Kardeşim burada da on bir ay çalışıyorlar ama kimse bir ay şöyle bir otel, gezi vs.tatili yapamıyor. Ne diyeyim, davulun sesi uzaktan hoş gelir derler, öyle işte demek ki. 

 Bizim tatil dediğimiz, dertlerimizi yanımıza alıp, evden ana-baba yazlığına  bir göç ve dinlenme molası. Yazlıktan eve dönüş  yine de 'of tatil bitti' modu yaratıyor. Oysa biz çalışmıyor , emekli olmuş , belli yaştaki insanlarız. Tatile gittik, tatilden geldik, lafı çalıştığımız dönemlerden dilimize yerleşmiş. Yoksa bize her gün tatil(Gurbetçi arkadaş bizim gibileri kastediyor sanırım) . Yazlıkta biraz daha rahat , biraz daha rutinsiz oluyoruz. Ev işleri peşimizden bizle tatile geliyor. Ama denize girmek var işin ucunda , tatilin en büyük lüksü. Ben kesinlikle deniz kenarı tatilcisiyim, oldum olası deniz kum güneşciyim. Ama artık sadece denizi kaldı olayın, güneş tansiyonu zıplatmaya başladığından beri deniz, gölge, sandalye üçlüsüne geçtim. Onunda zevki ayrı. Gençken yeterince ıstakoz gibi güneşin altında yatmışımdır, biraz da serin serin oturalım. 

Neyse, öyle böyle bu yaz da geçti sayılır. Üstelik bu yaz sadece deniz ve güneşle hatırlanmayacak kadar sıcak geçti, çok üzücü ,acı haberlerle geçti. Her rüzgarda evin arka taraflarında uzanan orman ve zeytinliklere bir ateş düşer mi tedirginliği ile geçti. O kadar çok üzüldüğümüz haber duyduk ki biz nasıl normal olacağız bilemiyorum. En çok neye üzüldüm biliyor musunuz? Susuzluktan hayatını kaybeden iki askerimize. İçim yandı, su içmek zul geldi. Hele bir de ormanları söndürmek uğruna,alevlerin arasında kalıp canlarını veren on genç insanımıza, itfaiyecimiz, kurtarma gönüllümüz. Ya hu! Ya hu! nasıl yakıcı bir yazdı. Gelecek günlere hep bir tedirgin yaklaşır olduk, sabahlara acaba kötü bir şey duyacak mıyız? diye gözümüzü açar olduk. 

Yok sayılmıyor bunlar, kulaklarımızı tıkayamıyoruz, görmemezlik edemiyoruz. En azından ben öyle hissediyorum. Bilmiyorum siz nasılsınız? Küçük ailemde mutluyum , deme şansım olsa da etraftan etkilenmeden duramıyorum. Yangın ormanı alevleri ile yakıp yutarken, dumanı ile de etrafındaki herkese kendini hissettiriyor. Ya görüyorsun mavi göğe uzanan kara dumanları ya da is kokusunu soluyorsun.

Eve döndük.. Tam karşımıza bina inşaatı başlanmış. Kazıp duruyorlar. Kaç kat çıkacaklarına bağlı gerçi ama Büyük Ada'lı mavi deniz manzaramızla vedalaşacağız gibi.Bizi biraz daha gri betonla karşılayan İstanbul, hoş bulduk .

Dönüş Yolu..

 

Bakmaya doyamadığımız ormanlarımızı, yeşilliğimizi,doğamızı içindeki canlıları hiçe sayarak kim yakıyorsa her dünyada cezasını çeksin.. 
**
Yolda gelirken domates, fasulye ve alacalı mor patlıcan aldık. Bir de kavun. Şimdi tam zamanı, her yerde var. Kavuniçi rengi ,güzeldi ama henüz tam olmamıştı ,hamdı. Domatesleri 50 TL den verdi, pembe domates, şahane, ince kabuklu, yumuşaklığı yerinde, tadı domates gibi. Aynı domates bile değil geldiğimizde Kartal pazarında 100 ile 150 Lira arasında görünce fiyatı,İstanbul'da yaşamanın ne kadar maliyetli olduğu domatesle bile ölçülebiliyor , diye dertlendik.

Yol üstünde Muratlı'da mola verdik. ''Amaan her zaman mı yiyoruz canım'' dedik, kıydık paraya İskenderlerimizi afiyetle yedik. Kalabalıktı da, herkes bizim gibi düşünmüş demek ki.
Sonrasında aldığımız fişlerdeki numaralarla Türk Kahvesi makinasından 90 saniyede hazırlanan kahvelerimizi de içtik. Enteresan ,çoğu yerde pişirmeyi beceremedikleri kahve makina tarafından tam kıvamında, telvesi yerinde ve  lezzetli bir şekilde hazırlandı. Biraz imtina etmiştim ama çok memnun kaldım kahveden. Üstelik 70 TL ye kahve mi kaldı. Biz iskenderlerin hatırına biletle içtik de kartınızı okutup da içebiliyorsunuz. Ne kolay artık herşey.

Not: Burada bulunsun 2024 yazında 550.-TL olan 1 porsiyon pideli döner 975.-TL olmuş. Yani.. Kuş kondurmuyorlar ama diğer yerlerden daha pahalı. 

**

Dönüş yolunda en dikkat çeken de artık mola yerlerinde araçlar için onlarca elektrikli şarj istasyonları kurulmuş olması. Bir çok değişik firma piyasada , bir çok istasyon açmış. İnsanlar artık elektrikli araçlarını nerede şarj edeceğini düşünmüyor. Tabi şimdilik sadece bu güzargahta yoğunluk göze çarpıyor. Anadolu'nun diğer yol duraklarında bu kadar yok sanırım,en azından bu yılki gezilerimde hiç dikkatimi çekmedi. Ama yakındır  çoğalması. Şehir içlerinde bile çoğaldı, market önlerine bile konduruyorlar artık. 

**

Bir de İzmir-İstanbul arası giderken dikkatinizi çekiyor mu bilmiyorum , Bursa Karacabey tarafında büyük büyük vinçlerle yapılan inşaatlar, buldozerlerle kazılarak yapılan yeni yollar , bir faaliyet var.Üç dört yıldır gelip geçerken görüyorduk. Acaba ne yapılıyor, havaalanı falan mı dedik. Meğer son gördüğümüzde alanı daha da büyümüş olan bu yer Bursa Teknoloji Organize Sanayi Bölgesi(Teknosab) oluyormuş. Oysa buralar geniş tarım arazileri idi. Tıpkı Bursa Şehir Hastanesini tarım arazilerini hiçe sayıp Bursa'nın dışına yapıp, Bursa'yı o yöne büyüttükleri gibi, şimdi de şehri İzmir otobanının kenarına batı yönüne doğru kaydırıyorlar. Şimdilerde sadece sakin köylerin yer aldığı bu arazilerin ilerisi çok parlak görünüyor. Hiç bir yerde haber yok ilerde her şey olup bittikten sonra bu civarda yaşayanlar itiraz edip protesto ederlerse , eh geçmiş ola. Belki de işlerine gelmiştir arazilerinin ''değerlenmesi'' Ne de olsa ülkece tarımı bitirmek üzereyiz, domates bile ağustosta hala 100 TL den satılıyorsa. Ucuzu da var demeyin lütfen. Hep ucuz ve kalitesiz yemek mi zorundayız. İyi domates yemek herkesin hakkı...