Kötü Hissetmek..

 Saat: 07.47 ,dışarıda çoktan hareket başladı. Hava karanlık , hayat ışıklı,araç trafiği artmış, kondüktörün çaldığı düdük sesi ,martıların sesine karışıyor. Trenler 06.00 dan beri seferde, martılar daha erken. 

İnat edilerek devam eden bu yaz saati uygulaması insanları sabah iki saat karanlıkta iş görmeye zorluyor. Ama buna da alışıldı. Alışılmasa ne olur, gücün kadar sözün var. Sadece karanlık olan sabahlar değil ki çoğumuzun içi de karanlık. Sıkılıyoruz, korkuyoruz, endişeleniyoruz. Cenderedeyiz. Hayat gailesi içinde debelenip duruyoruz. Evet bu sabah kötü hissediyorum. Var tabii ki sebebi. 

İyi şeyler duymaya, rahat etmeye, of be yeter! değil de oh be şükür! demeye ihtiyacımız var.Kendi çabalarımızla oluşturduğumuz küçük mutluluklarla yetinmek değil, toplumca huzurlu ,refah içinde umutlu yaşamak istiyoruz. Ben kendi adıma bunu istiyorum. 

Bak ,Cumhuriyeti kurup bu ülkeyi bize emanet eden atalarımızı  nasıl minnetle anıyoruz. Peki ilerde, böyle bir döneme sebep olan bizim nesil nasıl anılacak? Az çok tahmin ederiz sanırım, iyi ki görüp duymayacağız. 



Birlikte Geçen Zamanın Kıymeti..



 Dün annem ve babamla AVM'ye gittik. Epeydir yeni kışlık ayakkabı ihtiyacı olduğunu söylüyorlar ama hep bir bahane üretiyorlar. Emrivaki yapınca ki belki onu bekliyorlardı ''tamam gidelim dediler'' Annem yaşını göstermez, maşallahı var. Babam ise artık epey belli ediyor. yaşını. Gezerken hemencecik yoruldu, son zamanlarda  ayaklarını sürüyerek yürümeye başladı,tedirgin yürüyor,farkediyorum.Bu yaz başında geçirdiği kalp krizi ve takılan stent ,onu bunalıma soktu, ölüm korkusu yaşattı. Babamın bu korkusu yaşı ile ilgili değil. Annemle yeni evlendiklerinde de böyle bir bunalımlı dönem geçirmiş. O zaman  arkadaşının vefatı ile başlamış bu durum. Askerlik mesleği bile önleyememiş bunalıma düşmesini. Sonra düzelmiş. Bu yaz başında da böyle bir döneme girdi ama çok şükür şimdi iyi, yaşam enerjisini buldu yine.

Ayakkabılarını hemencecik seçti, sonra eşimle beraber bir kafeye oturdular, biz annem için dolaştık biraz daha. O da ihtiyaçlarını gördü ama biz kadınlar biraz daha seviyoruz galiba alışveriş için dolaşmayı. Gerçi cinsiyet ayrımı yapmayayım alışveriş seven erkeklerde var mesela eşim bayılır mağaza dolaşmayı, özellikle elektronik eşya satan yerleri sabah girsin akşam çıkar. 

Biz de alacaklarımızı aldık ,onlara da biraz değişiklik oldu. AVM'lerde şimdi en ışıltılı dönem,her yer süslenmiş, ışıklandırılmış, kocaman yılbaşı ağaçları süslenmiş. Hoş bir hava var. Çoğu yerde indirimlerde başlamış. Güzel.

Çıkışta güzel bir de yemek yedik. Babamın doğum günü şerefine:) Tabii ki ne kadar doğru bir tarih bilmiyor ama nüfus cüzdanına yazılan tarihe göre doğum günü bugünse ,biz de ona göre kutladık. 

Annemin kimliğinde ağustos ayı ama '' ben ocak ayında doğmuşum '' dediği için ocak ayında kutluyoruz doğum gününü. 

Aslında bizim evde ben gençken  doğum günü falan kutlanmazdı. Bazı ailelerde özel günler, tarihler önemlidir, günler öncesinden hazırlanılır, kutlanır. Bizim evde hiç öyle büyümedik, görmedik . Kardeşimin kutlanırdı ,biraz tekne kazıntısı olduğu için. Ben de yazın en ortasında doğduğumdan arkadaşlarım tatilde, biz tatilde olurduk, geçiştirirdik. Annemle babamın ki konu bile olmazdı.

Neyse yıllar geçip İstanbul'a dönünce, teyzemin de katkıları ile   annemin doğum gününü kutlamaya başladık. Bir gün babam ''benim hiç doğum günümü kutlamıyorlar'' demiş anneme. Of tabi bu bir şaşkınlık ve üzüntü yarattı.Acıma, pişmanlık, şevkat hepsi karışık duygular. Kimliğinde yazan tarihe bakıp ,onun içinde kutlama yapmaya başladık. Kutlama dediğimde,hatırlama babında, bir pasta ve bir araya gelme işte o kadar. Lakin o bundan çok memnun. İşte dün de böyle biraz gezip ,üzerine de güzel bir doğum günü yemeği yiyince yine mutlu oldu, yüzü güldü. 

Allah hayatta olan ana babalara sağlık, huzur versin, göçüp giden büyüklerimize de rahmet etsin.



bugünlük..

🌞Hava güzel olunca ,bizim buralarda sahilde vakit geçirmek lazım ,soğuklar başlamadan fırsatları değerlendirmeliyiz. Eşimde tip iki şeker hastalığı var ,dolayısı ile her gün yürüyüş yapması lazım. Doktora gidince ,ilk sorduğu soru; hareketli bir yaşamınız var mı? Yürüyüş yapıyor musunuz? oluyor. 
Her gün yürümüyorsa da biraz ısrar edince ,ben de geleceğim ,deyince oluyor ,beraber yürüyoruz.🚶‍♀️
Sağlık önemli, bana da iyi geliyor yürüyüş. Öyle on bin adım hedeflerimiz yok.
Günde yarım saat yürüyüş yeterli bizim yaşlarda ki geçiyor çoğu zaman.
Çay molası yine BüyükAda'nın karşısındaki çay bahçesinde. Manzarası harika. 

Sonra yine devam.
Karnımız acıkınca hadi dedik, kellepaça çorbası içelim ,uzun süredir gitmedik çorbacıya. Aslında ben sırf paça olan çorbayı seviyorum ama bu sefer klasik kelle paça içtik. Yanında olmazsa olmaz bol limonlu rokalar, şifa olsun dedik.🥣


 

Cumartesi olanlar.


 Tüm gün oturup sekiz bölümlük Kasaba'yı izlerken, pencereme martı kondu. Yine camları karıştırmış anlaşılan.Alt komşu ekmek parçası koyuyor cam kenarına. İhtimal küçük oğlu kuşları yakından görsün diye. 
Kasaba konu itibari ile güzel, izleten ama biraz iç karartıcı,sıkıcı. Okan Yalabık'ı uzun süredir izlememiştik. Kısa kısa sekiz bölüm, bir gün içinde bitti. Aralara evin işleri de serpiştirildi. Bitmeyen çamaşır, yemek vs. 

Akşam yemeğe kızıma gittik. Damadımızla kızım, ikisi de yeni işlerine başladılar bir süre önce. Onlara gelen çiçeklerden bir tanesini ,aynı çiçekten ikisine de geldiği için,  bize verdiler.
Para çiçeği(pachira aquatica) imiş adı. Yeni işe başlayanlara sık hediye ediliyormuş bu dönem, hatta yaprağına sahte para falan takıp öyle süslüyorlarmış! Duymamıştım.
Bir de hikayesi varmış bu para ağacının(ağaç gibi kalın gövdesi var);
Çok uzak bir ülkede yaşayan yoksul bir adam ,bir gün dua ederken'' geçimimi kazanacak bir yol göster Tanrım '' diye dilekte bulunmuş. Ertesi gün ormanda gezerken ,daha önce hiç görmediği bir çiçek görmüş. Tohumlarını alıp evine getirmiş, bahçesine ekmiş. Çiçek bol bol açmış, etrafındakiler de bu çiçekten satın almak istemişler. Adam bu çiçekten elde ettikleri ile kısa sürede yoksulluktan kurtulmuş.
İşte bu çiçeğin böyle bereket getirdiğine inanılıyormuş.


İşte bizim evin yeni üyesi.🌱Nadiren de olsa çiçek de açarmış



Manzara..

 


 İstanbul'un yine güzelliği üzerindeydi.

 Durgun, temiz bir hava, berrak denize yansımış beyaz pamuk bulutlar,uçuşan martılar. Giyimini kuşamını yapmış, ortalığa çıkmış, gösteriş yapıyor. 



Biz de uzun bir yürüyüş yaptık sahilde. Aralık için şahane bir hava vardı. 

Oysa bu sabah İstanbul'da ,dünün aksine ,gri bir sabah. Mazhar Fuat Özkan'ın şarkısındaki gibi;

Bu sabah yağmur var İstanbul'da

29 Yıl


 Evlenme yıldönümümüzü çok eğlenceli kutladığımız söylenebilir. Yirmi dokuz yıl oldu. Üç yıl da öncesi var. Nasıl geçti o kadar yıl ,şimdi geriye bakınca inanılmaz geliyor. İçinde neler saklı ,neler yaşanmış, kimler varmış, kimler gitmiş, nerelere gitmişiz, nerelerden gelmişiz. Ne acılar , ne tatlılıklar, ne hüzünler ,ne sevinçler. 
Bizimkisi aşk evliliği. Tabi öyle olacak demeyin. Evlilikler çeşit çeşit; evlenmiş olmak için evlenmek var, çıkar evliliği var, mantık evliliği var , görücü usulü evlilik, beşik kertmesi, zorunlu evlilikler var. Biz şanslıyız, evliliğin olması gerekli en güzel halinde buluştuk. Tabi aşk evliliği olunca her şey mükemmel falan olmuyor ama inanın çok daha güzel gidiyor. Tecrübelerle sabit.
29. yılımızı nasıl kutlasak ki diye düşünürken internette önümüze çeşitli seçenekler düşmeye başladı.Mazallah en ufak bir şeye göz ucuyla bakacak olsanız  envai çeşidi önünüze seriliyor. İşe de yaramıyor ,diyemeyeceğim. Biz de 29.yıl kutlama mekanımızı bu sayede bulduk. Mekanı biliyorduk da o akşama denk gelen müzisyenleri bilmiyorduk;

Yıllar önce sahnede dinlediğimiz Eda-Metin Özülkü çiftini çok severiz. Yakınlarda bir mekanda bizim evlilik yıldönümü akşamında sahne alacaklarını öğrenince rezervasyon yaptırdık. Eda-Metin Özülkü çifti bizimle aynı jenerasyon ve şarkılarını çok severiz. 90'ların sonunda popüler müzik yapıyorlardı. Ünlülerle ilgili magazinsel bilgiler o dönemde  önemli ve yaygın haber niteliğindeydi. Mesela Eda-Metin Özülkü çiftide  uzun zaman bekledikten sonra ikiz çocuklarına kavuşmuşlardı.Bu da haber olmuştu .O dönem benim ikizlerde henüz okula bile başlamıştı. Bundan da bir bağ kurmuştum ,Özülkü çifti ile :) 
Evet güzel , eğlenceli bir akşam geçti. Uzun süredir gece hayatına dalmamıştık. Bize de değişik oldu.  
Darısı başka kutlamalara olsun. 

Mamure Kalesi

 Bu sonbahardaki Akdeniz bölgesi gezimden beni en çok etkileyen tarihi yerlerden birisi Mamure kalesi oldu. Etrafı beş metre genişliğinde su hendeğiyle çevrili muhteşem bir kale Mamure Kalesi. Tam olarak kimler tarafından yapıldığı bilinmiyor ama bir antik kent üzerine inşa edildiği düşünülüyor. 1300'lü yıllarda Karamanoğulları Bey'liği tarafından ele geçirilip ,onarılmış mamur edilmiş.Yani bakımlı hale , oturulacak hale getirilmiş o nedenle ismi de Mamure kalesi. Hemen dışında da bir hamam harabesi var. İç içe üç kısımdan oluşan kalenin 39 kulesi bulunmakta. 

Magazinsel bir bilgi ile bitireyim; Cüneyt Arkın filmlerinde bazı sahneler, bu kalede çekilirmiş.




Bugünlük..Tercihler ve Tekrarlar..


  Nihayet yardım yemeğimiz yapıldı, ama ben katılamadım. Bizim yemek iki kez iptal olup üçüncüye tarih alınınca başka bir davet denk geldi, tercihimi ondan yana oldu. Tabi bu durum diğer tarafta hoş karşılanmadı. Olur öyle şeyler. Sonuçta tercihler bize ait, sonuçlarını da biz göğüsleriz. Burada sorun karşı tarafın sizi anlamamakta direnmesi yahut illa kendi isteğini dayatması. Ancak böylesi  iki durumda tatsızlık kaçınılmaz oluyor. 
Aslında bu küçük olay bile bana yıllar içinde nasıl karar verdiğimi ve tepkilerimin nasıl değiştiğini düşündürdü.
Genelde benim için çok önemli mevzularda hemen tepki versem de diğer durumlarda üzerine  yatar uyur bir gece geçiririm. Sabahları kafam daha net olur, daha makul davranmaya meyilli olurum. 
Ve çoğu zaman da sabahki kararımın doğru olduğunu görürüm.
Yaş  ilerleyince çok şey değişmiyor aslında. Sadece daha çok yaşanmışlık, görmüş geçirmişlik olduğundan karar vermesi kolaylaşıyor. Çocukluk ,gençlik öyle mi? Değil tabi. Her şey yeni, her olay ilk kez oluyor. Etraf ilk deneyimlerle, yeni olaylarla, yeni kişilerle çevrili. Hepsi şaşırtıcı, mutlu edici, üzücü,kırıcı,sevindirici... her duygu bir arada.
Zaman geçtikçe bir çok şey tekrar etmeye başlıyor..
''Tarih tekerrürden ibaret'' sözü sadece toplum tarihi için değil;toplumu oluşturan bireyler için de doğru.  Hayat boyu aynı döngüler, benzer biçimde bazen şekil değiştirerek sürüp gidiyor.  
Teknoloji  ,bilim gelişiyor; yaşam koşullarımız iyileşiyor, kolaylaşıyor ama gerisi hep aynı. 
Tıpkı Nazan Öncel'in şarkısındaki gibi.
Aynı nakarat, hep aynı,aynı.... 

  Aynı Nakarat, yarısı bayat:)

 

Aralık


Aralık ayı ismine yakışır bir girişle geldi. Hava birden soğudu, grileşti, yağmurlar bir yağdı bir durdu ,kasvetli kış günlerinin geldiğinin haberini verdi. Kış kışlığını yapmaya karar verdi nihayet. Doksanların hava durumu sunucu ünlüsü Hülya Uğur'un dediği gibi; Havalar nasıl olursa olsun, sizin havanız iyi olsun..
Dün yine kek günümdü. Yine 90'lardan , annelerimizin günlerinden kalan bir kek olan çaylı kek yaptım. Henüz internette milyonlarca tarif yok iken, yapay zeka mutfak işlerine karışmıyor iken, tariflerin defterlere not edildiği, henüz sayılı yemek kitaplarından tarifler yapılırken çok çeşit yoktu ama olan çeşitlerin lezzeti de bir başka idi. Evde ve elde ne varsa onunla bir şeyler pişirmek, olay buydu.
İşte çaylı kek. (tık tık)  Bu sefer üç yumurtalı, 3/4 bardak şeker,!/2 bardak yağ ve 2 bardak unlu. Üzeride bol cevizli. 


 Hoşgeldin aralık ayı, yılın son ayı, ayın da ilk haftası, güzellik getir hepimize..

Evde Geçen Vakitlerde..

 bir roman...

Elif Şafak'ın romanı Gökyüzünde Nehirler Var 'ı bitirdim. Sürükleyici, masallardan masallara oradan acı gerçeklere varan hikayelerden oluşan bir roman. Kitabın kapağında, yazarın ismi ,romanın isminden büyük ve daha dikkat çekici yazılmış . Yine kapakta lapis lazuli taşı renginde kocaman bir su damlası var. Hikayenin başlangıç noktası bir su damlası ve devamında  lapis lazulu taşı ve mavisi..

İki nehir Dicle ve Fırat, onlara çok uzaklarda akan Thames nehri kenarında geçen hayatların masalsı hikayesi var romanda. Arthur 1800'lü yıllarda doğan bir adam, Narin ve Züleyha ise 2000'lerde yolları kesişen iki kadın . Sonda  üçünün birbirine zincirleme bağlı öyküsü. Arada Dicle, Fırat ve Thames nehirlerinin sularla akan hayatı. Büyük mezopotamya hükümdarı Asurbanipal'dan bir lapis lazuli tableti ile günümüze uzanan hikayeler zinciri. 

Çok güzel ,sürükleyici bir roman.


bir dizi...

Homeland dizisi pandemi döneminde evde kaldığımız zamanlar bir solukta izlediğimiz dizilerdendi,yedi sezon izlemiştik. Hatta dizi konusu ile ilgili de bir yazı yazmıştım ((tık tık) Şimdi son sezonu yayınlandı. Araya beş yıl gibi bir zaman girse de Ajan Carrie yine heyecan dolu maceralarda..Geçen zaman onu da yıpratmış;) Ama maceralar Afganistan ve yeni Başkan ile tam gaz devam etmiş. On iki bölüm yine heyecanla izlendi.


 


İptal..


 Yine turunculu ama bulutlu gökyüzü ile sıcak bir kasım sabahı. Aslında bugün kalabalık,eğlenceli ve iyi niyetli bir amacı olan yemekli toplantımız vardı. Bir kaç aydır düşündük, hazırlandık, davetliler istekli biz heyecanlı. Ülkemiz hep olaylı, kanıksamışız artık. Acımız hep var. İlk tarihimiz tam da yirmi şehidimiz olduğu günlere denk geldi, hemen iptal ettik. Bu güne karar kılındı. Bir gün önce teyitleşildi. Ama sonrasındaki sabah dokuzda arandık, aynı acımız sebebiyle uzunca bir süre bu tip etkinlikler iptal edilmiş, bildirildi. 

Evet askeri tesislerde bir organizasyona girişmek hep risklidir. Çünkü ülkemizde ,özellikle bir zamanlar devamlı gözyaşımız akar olmuştu, gencecik evlatlarımız için. Eğer askeriyenin bir sosyal tesisinde bir düğündü, yemekti, nişandı vs. etkinliğiniz varsa iptal olma olasılığını hep cebinizde tutmalısınız. Tabi askeri ve diğer devlet kurumlarının sosyal tesislerinde fiyatlar dışarıya göre daha uygun oluyor. Bu sebeple de daha çok tercih ediliyor. Eğer asker bir ailedenseniz düğün, nişan vs. gibi etkinliklere izin veriliyor. Bizim ailede de pek çok böyle davetimiz oldu, iptal gibi duruma denk gelmedik. Ama bu sefer öyle olmadı.11 Kasımdaki şehitlerimiz sebebiyle tüm toplantılar sanırım eğlenceli olanlar iptal olmuş. İkinci bir emre kadar.
Şehitlerimize Allahtan rahmet diliyorum.
Ama bu kadar mı moralsiz kalmamız isteniliyor.
Sanırım yas ilan edilmemişti.
Peki bu engellemeler üzerinden geçen zamana rağmen nedir? 
Tabii ki anlayamayız. 
Daha da yazmak istemiyorum.
Sonuçta yardım yemeğimiz son dakika iptal oldu. Şimdi üçüncüye sivil bir mekan bakacağız.  Kısmetten öte yol yok...

Güzel Havalar.

 

Bu sabah penceremden görünen gökyüzü henüz turuncuya çalıyor. Güneş tam ışıklarını salıverip ortalığı parlatmadan önceki dakikalar .Oysa saat sekizi geçti. Yıllardır enerjiden tasarruf edilecek diye hep yaz saati uygulamasındayız. Dolayısıyla güneşe geç kavuşuyoruz, sabahımızın en güzel saatleri karanlık geçiyor. 

Hava böyle bir tonda başlıyorsa, gün güzel geçecek demektir. Kasım başından beri akşamları serin, gündüzleri sıcak bir hava ile mutlu mesut bir sonbahar havasındayız.Tişörtler hala dolaplarda dip köşelere atılmadı, giyiliyor. 
İşte o turuncu sabahın öğlesi..Çılgın  esen lodosla saçı başı dağıtmış kadın gibi bir yaprakları çalkalanan koca bir dişbudak ağacı. Hala yeşil yapraklarını dökmediği için mutludur sanırım. Tam bir soğuk bekliyor iyice kuruyup, dalları ortaya çıksın ve toprağın altında yeni bahar için hazırlansın.

 Ya bu sahile ne demeli. Beyaz köpüklü dalgalar kumsala vuruyor, güneş parlak .Fotoğrafa baksan yazın en civcivli zamanı gibi. Oysa serin lodosun sesi kulaklarda, insanlarda sahilden karaya çekilmiş.
Kasım ayının son haftasındayız ve bugünlük hava şahane..

Yapay Zeka ile Kek..


 Evde kararmaya başlayan üç adet orta boy muz var. Nedense muzun en tatlı hali kararmaya başladığı zaman ki hali oluyor. Buna rağmen bu haldeki muzu evde kimse sevmiyor. Hafif bir kokusu oluyor ,belki ondandır. Bende kek yapayım ,dedim. Lakin çok şekerli ya da kalorisi fazla bir kek de olsun istemedim. Bu sefer ben  internette arayacağıma, yapay zekaya sorayım, dedim. Kendisi de bana muzla yapılacak , 'şekersiz 'bir muzlu kek tarifi veriverdi! 

Bire bir uyguladım tarifini.(tabii ki aklıma ve mutfak tecrübelerime uygun bir tarifti)
Harika bir kek oldu.
Yumuşacık,browni tadında, içi nemli, tok tutan bir kek oldu.
İşte tarif;
- 3 muz
-2 yumurta
-2 yemek kaşığı pekmez
-1 yemek kaşığı tahin
-3 yemek kaşığı kakao tozu
-1 tatlı kaşığı tarçın
-1/2 çay bardağı su (süt aslında fakat laktozsuz olsun istedim)
-1/2 çay bardağı sıvı yağ
-1,5 su bardağı un
-kabartma tozu
-bir çimdik tuz
-istenirse ceviz( ben kullanmadım)

Önce muz iyice ezilip, yumurta ,tahin ve pekmez ile çırpılır. Süt/su, yağ ilave edilir. En son da kuru malzemeler ilave edilir.
170-180 derecede fansız fırında 30-40 dakika kadar pişirilir.

İşte böyle ..Bu yapay zeka  internette gezinmemizi azalttı sanki. Eskiden kırk yere tıklardık,  şimdi yazıyorsun sana çeşit çeşit cevap veriyor. Sohbete bile meyilli:) Tüm sosyal medya mecraları birer yapay zeka kısmı çıkarmış. 
Bakalım bir sonraki buluşa kadar ,şimdilik hayatımız'' yapay zekalı'' oldu.

Bizim Buralar


 Eğitim  öğrenim hayatım Artvin'de başladı. Anaokulu ve ilkokul birinci sınıfı Artvin'de okudum.  Tabi çocukken insan her şeyi çabuk kapıyor. Hemen öğreniyor. Oranın insanı "bizim Artvin  da " derdi ve çocuk halimle hafızama o kelimeler yer edivermişti. İstanbul' a gittiğimiz de ben "bizim Artvin da" dedikçe büyükler gülerdi. Bir de fotoğrafçı vardı çocukken resim çektirmeye gittiğimiz. Kıpırdamadan duralım diye ''canlanma çekiyrum'' derdi, kıkır kıkır daha çok gülerdik. 

Hey gidi günler..

Artvin nereden çıktı ?derseniz. İşte dün şöyle bir yürüyüş ve bir kaç iş için Kartal'a indim. Minibüsten inince tren yolu altında bir geçit vardır. Çarşı meydanı ve sahil ile yolu ayırır. Güzel bir düzenleme yaptılar, oturma yerleri var. Genelde müzisyen gruplar şarkı söyler, gitar çalar. İsteyen oturup soluklanırken müzik dinler. Bu gün Karadeniz şarkıları söylüyorlardı. Kartal'da yaşayan Karadeniz'li çoktur. Benim de Artvin oradan aklıma geldi sanırım. 

Güzel Karadeniz ezgilerinin yankılaması duyulan geçitten geçip ,çınarların gölgesindeki meydana geliniyor. Oradan az ilerde sahil yolu ve marmara denizi sizi karşılıyor. 

Biraz yürüyüş yaptık. Sahil manzaraları çektik . Balıkçıya uğrayıp, bu aralar bolca  bulunan hamsi aldık. Akşam nevalesi de tamamlandıktan sonra haydi vakit tamamdır ,dedik, eve dönüş zamanı .. 

Bugünlük için de bir kaç sahil resmi çektim. Onlarda burada dursun. Hem günün anısı, hem de Artvin'i aklıma düşüren çarşı gezisinin izi olsun.






Gilindire Mağarası

 

Mersin’in Aydıncık ilçesine yolunuz düşerse, mutlaka görmeniz gereken bir doğa harikası var: Gilindire Mağarası, ya da diğer adıyla Aynalıgöl. Akdeniz’in kıyısında, denize bakan bir yamaçta yer alan bu mağara, sanki zamanın durduğu gizli bir dünya gibi. Gittiğim turda bu güzergah sürpriz oldu, programda yoktu ama rehberimiz biraz  zamanımız kalınca bizi bu mağarayı görmeye götürdü. İyi ki...

Gilindire mağarasının giriş ağzı denizden 45 metre yukarıda, yani ulaşmak için biraz merdiven inip çıkmak gerekiyor ama inanın, içeri girdiğinizde o yorgunluk bir anda unutuluyor. Sarkıtlar, dikitler, dev sütunlar, duvarlardan sarkan taş iğneler… Her biri adeta birer sanat eseri. Işık vurdukça parlıyorlar, tıpkı camdan yapılmış gibi.

Mağaranın en etkileyici kısmı ise sonundaki büyük göl. Su o kadar berrak ki, yansımadan dolayı “Aynalıgöl” denmiş zaten. Gölün sessizliği, damlayan su sesleriyle birleşince bambaşka bir atmosfer oluşuyor. 

Bilim insanları bu mağaranın çok eski dönemlerde, hatta Buzul Çağı öncesinde oluştuğunu söylüyor. Yani burası sadece bir doğa harikası değil, aynı zamanda geçmişin iklimine dair izler taşıyan doğal bir arşiv gibi.

Gilindire Mağarası 2013 yılında Tabiat Anıtı ilan edilmiş. Günümüzde hem doğa meraklılarını hem de fotoğraf tutkunlarını kendine çekiyor. Benim içinse, Akdeniz’in sıcak rüzgârı eşliğinde biraz serinlik, biraz da huzur demek oldu. 




Eğer yolunuz Mersin tarafına düşerse, biraz merdiven inmeyi göze alın derim. Çünkü sizi bekleyen şey, taşların sessizliğinde saklı büyüleyici bir dünya. 🌊✨

Gitmeden Önce Bilmeniz Gerekenler

  • Mağaraya giriş için belirli saatler var; sabah erken gitmek; hem serin hem sakin olur.

  • Girişe kadar yaklaşık 560 basamak bulunuyor, rahat ayakkabı şart!

  • İçerisi serin ama nemli, oldukça fazla  nemli. 

  • Fotoğraf çekmek serbest, ancak flaş kullanımı yasak.

  • En yakın yerleşim yeri Aydıncık merkez, ihtiyaçlarınızı orada karşılayabilirsiniz.

 

Savarona

Saygı ve minnetle anıyoruz. Her daim yüreklerimizde yaşıyor.


Deniz kenarında yürüyüş yapıyorduk. Bir baktık uzaklarda ,maviliklerde  kuğu gibi süzülen bir tekne var. Evet  ,benzetmemiştik ,o Savarona'ydı . Atatürk'ün ünlü yatı Savarona. 
Sağlığı kötüleşmeye başlayınca denizin ona iyi geleceği düşünülmüş .Eskiyen yatı Ertuğrul'un yerine Savarona yatının alınmasına Hükümet karar vermiş. Atatürk  vefatından önceki 54 gününü yatta geçirmiş son kabine toplantılarını bu yatta yapmış. Sağlığı iyice bozulup, durumu ağırlaşınca Dolmabahçe Sarayına alınmış. Atatürk'ün cenazesini , Dolmabahçe'den İzmit'e uğurlayan filoda Savarona'da yer almış.

Daha sonra Cumhurbaşkanlığı yatı olarak bir müddet korunmuş . 1950'de Demokrat Parti döneminde özel kişilere kiralanmaya başlayıp bazı olaylar olunca tekrar Deniz Kuvvetlerine verilmiş. Üçüncü Cumhurbaşkanı Celal Bayar'da Savarona'yı Cumhurbaşkanlığı yatı olarak kullanmış. 
Yıllar içinde pek çok kez el değiştirmiş ,satılması hatta hurdaya çıkarılması  bile konu olmuş. Fakat her defasında Cumhuriyet'in simgesi olarak ayakta kalmayı başarmış.
En son tekrar Cumhurbaşkanlığı yatı olarak kullanıldıktan sonra, 2019 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından Deniz Kuvvetleri Komutanlığına devredimiş.2023 yılında yapılan onarım çalışmaları sonucunda geminin tekrar deniz Harp Okulları öğrencilerinin açık deniz seyir eğitimlerinde kullanılacağı açıklanmış. .En son 30 Ağustos MaviVatanFest kapsamında, İstanbul Boğazından geçen filoda görkemli haliyle yer aldı.   
Mustafa Kemal Atatürk'ün manevi mirası Savarona yatında ,halen  eşyalarının bir kısmı sergilenmektedir. 
Ata'mızın son günlerine tanıklık eden, yıllar içinde pek çok kez unutulan, tekrar hatırlanan Savarona; galiba kalplerimize demirlediği için her seferinde korumayı başardığımız Savarona'yı uzaktan görmek bile bir an için tarihle göz göze gelmek gibi heyecan ve duygu yarattı.
  


Not: Bu 1000.yayınım .Böyle özel bir tarihe denk geldi. 

Bir Tabak Hatıra

Geçen hafta oğlumun işyerinde, kendi evlerinde hazırladıkları yemeklerle yapacakları bir öğle yemeği düzenlemişler.  İşte herkes ne yaparsa onu getirecek, birlikte yiyeceklermiş. Tabi iş bana düştü. Aslında kendisi de gayet güzel şeyler pişirebilir ama sanırım gözü korktu bizim oğlanın, yemek  kalabalık bir grup için olunca. Genelde herkes bol miktarda hamur işi , pasta ,börek yapacakmış. Biz de mercimekli köfte yaparak olaya salata türü ile dahil olalım dedik. Mercimekli köfteyi güzel yaparım, söylemesi ayıp!:) Genelde sevdiğim şeyleri güzel yaparım . 

 Neyse efendim yaptım, götürdü oğlum, güzelce yemişler yemeklerini. Sonrasında tabağı unuttu bizimki işyerinde. İstedim getir tabağımı ,diye. Sevmem tabağım gittiği yerde kalsın:) Bir kaç güne tabak geldi.Güzelce yıkanmış tertemiz. Kaldırıcam yerine, baktım bir şeyler tıkırdıyor içinde. Kapağını açıp içine baktım,  üç tane, renkli parlak kağıda sarılı çikolata. 
Tabağı boş göndermemek adına konulmuş; tatlılık.

Bizim adetlerimizdendir; bir komşun sana yiyecek bir şey getirmişse tabağını geri verirken içine sende bir şeyler koyarak iade edersin. Artık evinde ne pişmişse ya da dolabında ne varsa. Ama tabak boş verilmez. Güzel bir adetimizdir. 

Bir zamanlar evler küçük sokaklarda, kapılar camlar birbirine yakın, güzel dostluklar,komşulukların
olduğu sokaklar vardı. Apartman olan yerlerde bile çoğu daire sakini birbirini tanır, komşuluk ederdi. Özel bir yemek mi pişti? ufak bir kaba konularak, evde pişer komşuya da düşerdi tadımlık. Hele ki hamile bir komşunuz varsa ,her tür kokulu yemek, canı çeker, aşerer ,diye düşünülerek mutlaka paylaşılırdı. 
Özel günlerde aşureler , pişiler, helvalar komşular arasında dağıtılırdı. Tepsilere konulur, kapı kapı dolaşılırdı. Kimi kabı hemen boşaltıp iade eder, vermezse daha sonraki gün yine evde pişen her hangi bir yiyecekle komşunun kapısı çalınırdı.
Şimdilerde bu adet kalmadı. Artık bırakın yiyecek ikramını helva, aşure gibi yiyecekler bile plastik ya da alüminyum kullan-at tabaklarda veriliyor. O da verilirse, pişirilirse. 
Büyük şehirlerde bu adetler yok olmaya yüz tuttu.
Oysa ne güzel geleneklerimiz, mutfak adetlerimiz var/dı.

İşte böyle küçük çikolatalarla bile bunları devam ettirenlere, usul bilenlere gönülden sevgiler olsun.
Bu sabah benim yüzüme bir gülücük kondurdu .Hatta yetmedi,  bu yazıya da vesile oldu. 


Kanlıdivane Obruğu

 


Kızıl Taşların Sessizliği

Mersin’in Erdemli ilçesinde, antik Kanytellis kentinin kalbinde yer alan Kanlıdivane Obruğu, ilk bakışta insanı büyüleyen bir doğa harikası. Dik yamaçlarla çevrili, 95 metre derinliğinde dev bir çukur. Aslında bu devasa boşluk, yer altındaki kireçtaşı mağarasının tavanının çökmesiyle oluşmuş. Zamanla doğanın sabırsız gücü ve yerin altındaki sessiz hareketler birleşince ortaya bugünkü görkemli obruk çıkmış.

Obruğun güney ve batı duvarları çökme ve erimelerle mağaramsı bir yapı kazanmış. Batıdaki doğal teraslı yapının üzerine ise zaman içinde kayaya oyulmuş basamaklar yapılmış. O basamaklardan aşağı bakarken, binlerce yıl önce burada neler yaşandığını düşünmeden edemiyor insan.





Obruğun çevresinde antik Kanytellis’in izleri hâlâ canlı. Hellenistik Dönem’e ait gözetleme kulesi, kiliseler, sarnıçlar ve hatta bir zeytinyağı atölyesi… Her biri ayrı bir hikâye anlatıyor. En dikkat çekici kalıntılardan biri de Rahip Aba’nın Mezarı. Tüm bu yapılar, sanki o dev çukurun sessizliğine tanıklık eden taş hafızalar gibi çevresinde dizilmiş.

Kanlıdivane’nin isminin nereden geldiğine dair farklı söylentiler var. Kimi “kanlı kurban törenlerinden” söz eder, kimi “kızıl taşların gün batımında aldığı renkten”. Hangisi doğru bilinmez ama güneş batarken o kızıllığın obruğun taşlarında nasıl yankılandığını görünce, adının hakkını verdiğini düşünüyorsun.

Burası sadece bir antik kent değil, doğanın ve tarihin iç içe geçtiği sessiz bir hatıra mekânı. Her taşında hem doğanın gücünü hem insanın izini hissediyorsun.

Obruğun kenarında durup aşağı baktığımda rüzgarın sesiyle taşların hikâyesi birbirine karıştı. Kanlıdivane gerçekten de hem ürkütücü hem büyüleyici bir yer.

 


Kadınlar Matinesi..

(İnternetten alıntı)

 Çocukluk zamanımdan beri bir kaç kez içinde bulunduğum bir etkinlik ; Kadınlar Matinesı. 

Belki bizim memlekete has bir eğlence kültürü, yabancılarda da var mı bilemiyorum. Daha çok kapalı yani kadın ve erkek olarak iki cinsin bir arada eğlenmesinin ''münasip'' görülmediği toplumlara has olabilir. Belki dini belki geleneksel belki başka sebeplerle. Her neyse işte, yine de Kadınlar matinesi şahane bir eğlence olayıdır, her dönemde :)

Matine; gösteri dünyasında gündüz yapılan gösterilere verilen isim. Kadınlar Matinesi de genelde gündüz yapılan kadın kadına eğlenceler anlamında kullanılır. Çocukluğumda Gazino kültürü vardı İstanbul'da.  Genel olarak geceleri içkili, yemekli gazinolarda ünlü bir assolist ve alt kadrosu sahne alır, kadınlı erkekli müşterilerini eğlendirirdi. Bu gazinolar bir de haftanın belirli gününde/genelde çarşamba günleri/ sadece kadınlara gündüz programı yapardı. Kadınlar evden pikniğe gider gibi hazırlayıp götürdükleri yiyeceklerle ,dolmalarla,böreklerle, hem yer içer hem de ünlü sanatçıları dinleme şansını elde ederlerdi. Babamın mesleği nedeniyle Anadolu'da yaşadığımızdan sadece yaz tatillerinde İstanbul'daydık. O nedenle hatırladığım bir iki matine olayı vardır. 

Ama Mesela hatırladığım Caddebostan Maksim Gazinosunda (şimdi ki migros) Hülya Koçyiğit'i izlemiştik. Beyaz, göbek kısmı dekolteli ,vücudunu saran çok hoş bir kıyafet giymişti. Sesi pek yoktu ama çok güzeldi. O zamanlar sinema artistleri sahne alsın diye talep vardı, güzel söyleseler de söylemeseler de gazinolarda görünüyorlardı. Bir de daha sonra artık gazinoların son demlerinde Taksim'deki Maksim gazinoya gitmiştik. Emel Sayın çıkacak sahneye diye hevesle gittiğimiz gazinoda, sanırım rahatsızdı ya da belki başka sebeple onun yerine Samime Sanay çıkmıştı. Samime Sanay'ın sesi de bir başkaydı hani. Emel Sayın belki hem ses hem göze hitap eden bir kadın olsa da Samime Sanay ile ses konusunda yarışamaz gibi geliyor.

Bu Kadınlar matinesi konusu nereden açıldı derseniz ,yıllar yıllar sonra kadınlar matinesi günümüz versiyonu ile buluştum. Aklımın ucundan geçmeyen bir yerde. Kendime hediye ettiğim tatilde dördüncü geceydi. Anamur'da kalacağımız otele geldik. Otel sahibi bize o gece her ay düzenledikleri Kadınlar Matinesi olduğunu ve bize de bir masa ayırdığını bildirdi. Mutlu olduk tabi. Akşam saat sekizde masamıza yerleştiğimizde yöre halkının kadınları yavaş yavaş teşrif ettiler. Kapalı, açık, çoluk çocuk hepsi şık ,düğüne gidercesine giyimli, kuşamlı geliyorlardı. Salon tam kapasite doldu. Önce yemekler hızla servis edildi, yenildi, tatlılar meyveler geldi ve kısa süre sonra ortalığı kasıp kavuracak şarkıcı delikanlımız sahne aldı. Aman ondan sonrası vur patlasın çal oynasın. Kimse oynamaktan yerinde oturmadı, pist hiç boş kalmadı, zılgıtlar, halaylar, göbek havaları ve ilk duyduğum yöre şarkıları ile iyice kurtlar döküldü, keyifler zirve yaptı. İnanın İstanbul'da kadınların böyle rahat rahat eğlendiklerini görmedim. Gece saat on iki yi gösterdiğinde artık piller bitmiş, eğlenceye doyulmuştu. Bizler odalarımıza çekilirken misafirler geldikleri araçlarla otelden ayrıldılar. 

O gece çocukluğumun Kadınlar Matineleri ile günümüzün kadınlar matineleri arasında bir köprü gibiydi. Kadınlar  toplum baskısından , rollerinden sıyrılıp özgürce kahkahalar atmak, eğlenmek istiyorlar ve bu zamanlar değişse de değişmiyor. 

Velhasıl tatilimden  güzel bir anı olarak zihnimde yerini aldı, bu şekilde de kaleme döküldü..



 

Veda..

 Bu gece aniden çalan telefonda çocukluk arkadaşımın adını görünce, ''Kurtulmuş..'' dedim. Zar zor gözlüğümü bulup kapanan telefonu tekrar açıp, aradım arkadaşımı. Sesi ağlamaklıydı. 

 ''Kaybettik..'' dedi. Bu saatte aradığı için özür diledi.,

 '' Ne demek o,saçmalama,'' dedim. Cenazenin kaçta kalkacağını bilmediğini, sonra haberdar edeceğini söyleyip kapattık. Bir süre uyuyamadım. Baktım olmuyor ,kalkıp dualar ettim. Uyumuşum. 

Müzeyyen teyze, çok güzel bir kadındı. Hatta sokağımızın en güzel kadını. Gür siyah saçları, beyaz teni, kırmızı rujlu dudakları ,hoş duruşu, güzel konuşması. Çocukken hayran olduğumuz kadınlardan. Eşini çok genç yaşta kaybetmişti. sanırım biz o zamanlar 20'lerimizi başındaydık. Arkadaşım ve on yaş küçük erkek kardeşine , hem anne hem baba oldu yıllarca. Bir daha evlenmedi, hep çocuklarını çevresinde tuttu, onlarla birlikte yaşadı. 

Arkadaşım evlendi ,Müzeyyen teyze yine onlarlaydı. Evlilik yürümedi, damat gitti onlar ana-kız ayrılmadılar. Yıllar sonra arkadaşım ikinci kez yuva kurdu ;bu kez annesinden ayrı bir evde yaşama kararı aldı ama sadece iki apartman ötede. Zaten Müzeyyen teyze de oğlunu evlendirmiş ve gelinini yanına almıştı. Şanslıydı; gelini ona ikinci bir kız evlat oldu ,arkadaşım içinse olmayan kız kardeş gibi.

  Uzun yıllar, herkes gibi inişli çıkışlı da olsa, güzel bir yaşamları oldu. Gel gelelim hayat bir yere kadar düzgün gidiyor. Yaş ilerledikçe hastalıklar artmaya başladı. Gençliğinden beri çok fazla sigara içen Müzeyyen teyze ,pandemi yılları ile birlikte sıkıntılı süreçlere girdi, hastalıklarla boğuştu . Sonuçta hepimizin kaçınılmaz sonu ile bir sonbahar günü ,yirmi altı gün kaldığı yoğun bakım odasında karşılaştı. Hayata veda etti. 

Dün ikindi vakti cenazesindeydik. Kapalı bir havada  koyu gri bulutlar, serpiştiren yağmur taneleri ve esen lodos rüzgarı eşliğinde uğurlandı. Cenaze mezarlığa defnedilirken ,kalabalık dualarla yanındaydı. ''Önceden kadınlar mezarlığa gelmezdi'' dedi arkadaşım. 

''Evet,'' dedim ''cenaze adetleri de değişti.''

 Hoca efendi getirdiği mikrofonla, ekolu sesiyle bir mezarın kenarına oturmuş ,dualar okumaya devam etti. Toprağa verilme bittikten sonra, arkadaşım ve kardeşi kenarda düzgün bir yerde durup taziyeleri kabul ettiler. Sırayla sıkılan eller, üzgün yüzler , teselli kelimeleri..

Müzeyyen teyze ile vedalaşma zamanı. Mekanı cennet olsun.


 Not:Haftasonu kaybettiğim can arkadaşımın annesi için bir anı olarak kaleme aldım.


Kız Kalesi🏰

   


 Kızkalesi, Mersin’in Erdemli ilçesine bağlı efsanelerle dolu bir sahil kasabası. Tarihi Bizans Kalesi, masalsı hikâyeleri, uzun kumsalları ve turizm potansiyeliyle Akdeniz’in gizli güzelliklerinden biri.

🌅 Efsanelerle Başlayan Bir Hikâye

Mersin’in güzel ilçesi Erdemli’ye bağlı Kızkalesi, adını sahilin hemen açıklarında, denizin ortasında yer alan tarihi Kız Kalesi’nden alıyor. Kale, Bizans döneminde, Haçlı Seferleri sırasında Bizans imparatorları tarafından inşa edilmiş. Kıyıya oldukça yakın konumu sayesinde hem stratejik hem de görsel bir simge haline gelmiş.

Bu kalenin adı, Türk coğrafyasının birçok yerinde tekrar karşımıza çıkar — ve çoğu zaman aynı temaya sahip bir efsaneye dayanır:
Bir kral, güzeller güzeli kızını çok sever. Ancak bir kahin, kızının bir yılan sokmasıyla öleceğini söyler. Kral, onu korumak için kaleye kapatır. Ne var ki kaderden kaçılmaz: bir gün kaleye gönderilen meyve sepetinin içine gizlenen yılan, prensesi sokar.

Efsane, her anlatıda değişse de özü hep aynıdır:

Kaderden kaçış yoktur.

🏖️ Günümüz Kızkalesi: Betonun Arasında Bir Cennet

Bugün Kızkalesi, bu efsanenin gölgesinde yaşayan canlı bir tatil beldesi.
Sahili uzun, sığ ve pırıl pırıl. Denizi berrak, kumsalı incecik. Sahil boyunca oteller sıralanmış; arka sokaklarda ise Mersin’in ünlü apartman yazlıkları yükseliyor. Ancak güzelliğin ortasında insanı üzen bir manzara da var: aşırı betonlaşma.
Dağ taş yüksek katlı sitelerle dolmuş; nefes alacak alan neredeyse kalmamış. Plansız ve düzensiz yapılaşma, doğanın güzelliğini gölgede bırakıyor.



🌍 Turizmde Farklı Kaderler

Mersin, Tarsus ve Anamur sahilleri muhteşem olmasına rağmen, turizm yatırımları sınırlı kalmış. Bölgedeki oteller küçük ölçekli ve genellikle yerli tatilcilere hitap ediyor.
Oysa Antalya, Side, Manavgat ve Alanya bölgelerinde devasa, konseptli oteller birbiri ardına dizilmiş.
Bazıları 5000 odalı — neredeyse bir kasaba büyüklüğünde! Bu tesisler, Avrupa ve İskandinav ülkelerinden gelen turistlerle dört ay boyunca tam kapasite çalışıyor.


💭 Bir Efsanenin Gölgesinde

Kızkalesi hâlâ kendi efsanesini yaşatıyor.
Tarihiyle, deniziyle, sahiliyle büyülüyor; ama bir yandan da modern dünyanın baskısı altında nefes almaya çalışıyor.

Belki de Kızkalesi’nin prensesi gibi, bu topraklar da kendi kaderine mahkûm…
Güzelliğiyle büyülüyor ama insan eliyle yavaş yavaş boğuluyor.

 

Toros Dağlarının İzinde

  Bu yıl benim için Toros dağları yılı oldu. Mayıs ayı başında Ermenek, Karaman’dan başladığım Toros dağları civarı gezmelerimi, Akdeniz’de uzanan Toros dağlarını gezerek sonlandırdım. Kimi zaman içeri girerek, kimi zaman denize inerek, açık bir “M” harfi şeklinde tüm Akdeniz boyunca sıralanan Toroslar muhteşem dağlar. İsmini Tauros, yani başı boğa gövdesi insan olan bir tanrıdan aldığı söylenir.

Her bölgesi ayrı bir güzellikte olan Toroslar bu yıl bana ülkemizin ne kadar güzel, verimli, doğal ve tarihi yapılara sahip olduğunu bir kez daha gösterdi.

Toroslar sadece görkemiyle değil, barındırdığı yaşamla da büyüleyici. Dağ köylerinde hâlâ geleneksel yaşam sürüyor; keçi sürülerinin çan sesleri yankılanıyor, taş evlerin arasında tandır ekmeği kokusu dolaşıyor. Her vadide farklı bir hikâye, her zirvede başka bir manzara var.

Antik çağlardan bu yana birçok uygarlık Torosların eteklerinde yaşamış. Dağların arasında gizlenmiş antik kentler—Olba, Diocaesarea(Uzuncaburç), Termessos, Selge, gibi—bugün hâlâ zamana direnircesine ayakta duruyor. Bir zamanlar ticaret yolları bu geçitlerden geçer, insanlar hem denize hem dağlara uzanan bir yaşam kurardı. Toroslar, doğa ile tarihin el ele verdiği bir açık hava müzesi gibi.





Çınarların gölgesinde dinlenirken, dağdan inen serin suların sesi insanı başka bir zamana götürüyor. Her adımda hem Anadolu’nun köklü geçmişine hem de doğanın saf güzelliğine dokunuyorsunuz.

Toroslar bana bu yıl sabrın, dinginliğin ve doğaya yakın olmanın önemini hatırlattı. Her zirvesi, her taş yolu insana hem tarih hem huzur fısıldıyor.

 

Memleketimiz bir cennet..

Kıymetini bilelim..